Ana içeriğe atla

Çok Önemli Olaylar - 2. Bölüm

Ve Biterken...
Başladım yürümeye; bir de baktım yine baştayım, baştayım.”
Mavi Sakal
Askerlik yapmak gerçekten kötü bir şey. Askere gelen hemen herkesten benzeri şeyler duyarsınız. Bir genelleme yapacak olursak, “askerlik yapmak insanları askerlikten soğutuyor” diyebiliriz sanırım. Ama bu anti-militarist olmak gibi bir soğuma değil. Kimsenin askerliğin temel felsefesinden soğuduğu yok tabii ki, bu öyle bir askere gelmekle olacak iş değil. Hasan Abim, “Türk milleti askerliği sever, askeri değil” derdi. Tam da böyle durum. Sadece buradaki disiplin, işlerin verimsiz işlemesi, özgürlüklerin kısıtlanması, komutanların karılarından yedikleri fırçayı bile askerlerden çıkarabilmesi, -soğan soymak, tuğla taşımak, yerleri süpürmek gibi- askerlik yapmak dışında sayılan işlerle zamanın çoğunun geçmesi gibi şeylerden soğuyor insanlar. Yoksa adam gibi askerlik yapsalar – yani dağa çıkıp çatışsalar – askerliği sevecekler. Ben adam gibi askerlik yapsam da askerliği sevmezdim, ama daha önce söylediğim gibi tüfekle atış yapmak çok zevkli.

Askerliği bitirmenin iyi yanları burada daha fazla zaman geçirmeyecek olmakla da sınırlı kalmıyor tabi. Örneğin, askerliğinizi bitirince adam oluyorsunuz. Küçükken annem sünnet olduktan sonra bana erkek olduğumu söylemişti. (“Sünnet olmadan neydim?” diye sormuştum ben de.) Aslında, askerliğin önemli bir kilometre taşı olarak yer aldığı, erkek ya da adam olmaya dair birçok aşama var. Şöyle bir sıralamayı denersek: Ultrasonda pipinizin görünmesi, sünnet olmanız, top oynamanız ve maç izlemeniz, bir kızı sevmeniz ama bunu herkesten gizlemeniz, saçlarınızı taramanız ama diğer arkadaşlarınıza saçlarınızı taradığınızı çaktırmamaya çalışmanız, eve sarhoş gelip annenize artislik yapmanız, eve sarhoş gelip babanıza artislik yapamamanız, diğer erkek arkadaşlarınızla kızlardan bahsetmeniz, bir kızı sevmeniz ve içkiliyken bunu haykırmanız, saçlarınızı taramanız ve diğer arkadaşlarınıza saçlarınızı nasıl taradığınızı anlatmanız, annenizle aldığınız takım elbisenizi giymeniz, annenizin hiç görmediği takım elbiseleri giymeniz, “bu askerlik nasıl olacak” diye yakınmanız, askerliğinizi yapmanız, evlenmeniz, baba olmanız, çocuklarınıza evin reisiymiş gibi yapmanız, karınıza evin reisiymiş gibi yapmaya çalışmanız, erkek çocuğunuzu sünnet ettirmeniz, kız çocuğunuzun erkek arkadaşlarından haberiniz yokmuş gibi davranmanız, ve saire, ve saire...


Dediğim gibi, bunların arasında en önemlilerinden biri askerliği bitirmek. Çünkü – vatani görevi, yokluklarla olgunlaşmayı filan da geçtim – pek çok şey için ön koşul sayılıyor. Düzgün bir işe, düzgün bir eve yerleşmek için örneğin. Dahası, gençler istediği kadar askerlik bağımsız düşünmeye çalışsın, ebeveyinler askerden sonra her şeyin çok farklı olacağını düşünüyorlar. Yani, çok uzatmayayım, en başta “torun geliyor” diye düşünüyorlar. Aslında önemli bir kısım için bu doğru; oğlunu askere göndermek bir ebeveynin toruna gerçekten de çok yaklaştığını gösteriyor. Ama bazen de öyle değil işte, gel de anlat bakalım!...
Burada evli olan az sayıda, nişanlı ve sözlü olan çok sayıda kişi var. Ama herkesin kızlarla bir haberleşmesi söz konusu. Birkaç yıl önce duyduğum “kız msn’i” terimini burda tekrar hatırladım. Ama “kız numarası” diye bir şeyi ilk burda duydum. Şöyle oluyor mesela; biri koğuşta bağırıyor: “Kız numarası olan var mı?” Diğeri cevap veriyor: “Avea mı Vodafone mu?” (Hat da önemli, aslında “ekonomik kız numarası” diye bir şey var.) Sonra kızla mesajlaşılıyor ve konuşuluyor. Çok doğal bir şey. Başka bir gün biri kızlarla artık uğraşmayacağını, bunun için çok yaşlandığını – ki kendisi 20 yaşında – söylüyor ve ekliyor: “Benim öbür kartta altı-yedi tane kız numarası vardı, hepsini sildim.” Gençler teknolojiyi ilişkilere bu şekilde adapte etmişler. Siz hala kızlarınızı sokağa çıkarmayın efendiler, onlar size şapkalarınızı ters giydirir!

MSN’deki kız hesapları gibi şeylerin, erkeklerin internet kullanmaya başlamasıyla büyük bir etkisi var. (Benzeri bir durum kızlar için de geçerli olsa gerek; bir de fal siteleri sanırım.) Ama internette yazan her şeyin doğru olmadığını anlatmak lazım. “İnternet’ten araştırdım” diye bir laf var mı yahu? İçlerindeki bilgi açlığı gerçekten takdire şayan; ama bunu kapamak için kullandıkları referanslar oldukça tartışmalı. Ben en son bıraktığımda insanlar televizyonda izledikleri uzmanlara saygı duyuyorlardı. (Bir de daha eskiden bu uzmanların yerine gazetelerin arka sayfalarında “ecnebi bilim adamlarının araştırmaları”nı anlatan haberler vardı. Hala varlar sanırım. Dedem bize daha fazla domates, zeytin, vs. yedirmek istediğinde Yeni Asır’ın arkasındaki bu haberlerden bahseder ve kendi kendimize ikna olmamızı beklerdi. Ben o haberlere hiç inanmasam da – gazetecilerin bunları uydurduğunu düşünüyordum – daha fazla domates yerdim. Keşke biraz daha fırlama bir çocuk olduğumu yazabilseydim, ama hep iyi çocuk işte.) İnsanlar bu uzmanların dediklerini bir şekilde –anlamak istedikleri gibi – anlayıp, o konuyu biliyor oluyor ve çevrelerindekilere bilmiş bir şekilde anlatıyorlardı. Bu uzmanların etkisi hala devam ediyor; ancak internet ile birlikte öğrenme sürecine insanlar “doğrudan” dahil olduğundan – yani televizyonda sadece izlemek yerine bizzat bir şeyi arayıp bularak öğrendiklerinden – inanma eğilimleri çok daha fazla oluyor, diye düşünüyorum. O kadar emin anlatıyorlar ki, sanarsınız o “televizyonda Esra Ceyhan’a çıkan uzmanlar” artık bizimkiler olmuş.

Mesela, burada çok sevdiğim bir arkadaşım var, adı Baver. Baver “inanmak” demekmiş ve kendisi Google’dan bulduğu bir sürü şeye inanıyor. “Adamlar o kadar internet sitesi yapmış, yalan mı söyleyecek Erdem Abi” diyor. Çok da çalışkan bir çocuk olduğundan – askerden döndüğü ilk gün işe başladı – bol bol araştırmış. Bir sürü tarih okumuş. Söz konusu tarih olunca ben de neye inanacağımı bilemediğimden, Baver’le tartışırken iyice dağılıyoruz. Çünkü hiçbir yerde karşıma çıkmayan, bazıları birbirleriyle çelişen şeyler iddia ediyor. Araştırmayı okumayı desteklemek de bir yere kadar tabi! Kızılderililerin Türk olduğuna benzer bir tarih, ilk yazıyı bulanların Kürt olması şeklinde tezahür etmiş. Karşı çıkacak bir argümanım da olmadığımdan bir şey diyemiyorum ama harbiden nerde bu Kürtlerin tarihi? (Askerde Kürt sorunu üzerine umutsuzca çok düşündüğümü bu yazıları okuyan biri anlamıştır sanırım.)

“Değişmeyen tek şey değişimdir” on sene önce karizmatik bir laftı, artık “Kadri’nin Götürdüğü Yere Git” filminin repliklerinde bile var. Ben bu lafa çok inanıyorum. Lakin, askerde pek değiştiğimi söyleyemiycem. Bana şöyle geliyor: Ne zamandır zamanım olmadığından yapmadığımı düşündüğüm şeyler vardı, hepsi de sıradan şeyler, bunları yaptım. Kafamda başka şeyler yokken bol bol kitap okudum. Okuduklarımı düşündüm. Anlamadığım yerleri tekrar okudum. Albüm dinledim. Önce grup hakkında okuyup, sonra albüm hakkında okuyup, sırayla bütün albümü dünledim. Sevdiğim şarkıları defalarca dinledim. Bol bol film izledim. Sevdiğim sahneleri tekrar tekrar izledim, bir filmi beş kere izledim. Hemen her gün spor yaptım. Sigarayı bıraktım... Bunların hiçbiri insanın hayatını değiştirecek şeyler değil tabii ki.

Büyük değişimler büyük tecrübelerle, ya da daha küçük yaşlarda küçük tecrübeleri büyük sanarak oluyor galiba. Çokça yatılı kalmış biri askerdeki koğuşu elbette garipsemez. En fazla sevmediği bir ortamda yaşar ama alışır. Askerdeki yemekler ne kadar kötü olsa da bize fen lisesinde verdikleri yemeklerden güzel, yani yemeklerde de alışılmayacak bir şey yok. En fazla kötü yemek yiyorsunuz. Bu yatılı okulda büyüyen çocuklar böyle değil mi zaten, çok garip bir şekilde adapte oluyorlar. (Yani biraz artistlik yaptım sanki, aslında pek çok açıdan da rahattı benim askerliğim.)

Yeni insanlar tanıma kısmına gelince; ya da daha önce dediğim gibi, yeni insanlar üzerinden kendini ve dünyayı tanıma kısmına gelince: Evet, burada biraz değişiklik var. Her şeyden önce bir “normalleştirme” var. Yani, nasıl desem, aslında müstakil olarak ele aldığınızda bu ülkede olabileceğine inandığınız, görseniz şaşırmayacağınız, ama çok fazla tanık olmadığınız olaylar var ya, onlar hep oluyor. Mesela, alevi bir çocuğa sünni kızı vermiyorlar, çocuk da kendisini içkiye berduşluğa veriyor; askere gitmeyene kız vermiyorlar; Kürde kız vermiyorlar; erkekler kendi akrabaları olan kadınlar hakkında aşırı muhafazakar ama akrabaları olmayan kadınlar konusunda hiç muhafazakar değil ve karılarını aldatmanın çok doğal bir hakları olduğunu düşünüyorlar (Bir keresinde bir tartışma sırasında “karımı beni aldatırken yakalarsam öldürmem” dedim, sonra on kişiye filan sorduk, herkes “öldürürüm” dedi. Karına orospu demezlermiş, sana kavat derlermiş. Ben çok kitap okuyomuşum, bütün bunlar ondan oluyomuş. İnsan namusu için yaşarmış. Bence biraz atıyorlar, hepsi öldürmez.. Ben namusum için yaşamıyorum dedim, bana kimse katılmadı. Ama sonraki gun içtimada komutan insan ne için yaşar diye sordu – ve komutanların genel üslubu olan kendi sorusunu cevaplama adeti gereğince- namusu, şerefi, haysiyeti için dedi. Sanırım komutanlar da vuruyor. Bir zamanlar bir arkadaşımın facebook statusunde dediği gibi: Namus da ne ki?); Kürtler sıkça aşağılanıyor; saf çocuklar sürekli eziliyor; Orhan Pamuk’u kimse sevmiyor; amcaoğlunun kuzenini cinsel ilişkiye zorlaması normal karşılanabiliyor; herkes maksimum faydacı (buna çok şaşırdım, Adam Smith haklıymış); insanların IQ’su çok düşük; kalbini karnında sananlar var; bir sürü insan bağırınca “ne bağırıyorsun” diyeceğine dediğini yapıyor... Bunlar artık lafını etmeyeceğim kadar normal benim için. Bence bu bir değişiklik.

Velhasıl, böyle böyle bitti askerlik. Çok önemli hiçbir şey olmadan.



Eylül 2010, Urfa.

Yorumlar

ovgu dedi ki…
Çok beğendim, çok akıcı ve samimi bir dil...
Rumuz: Milano'lu
Adsız dedi ki…
cebren ve hileyle okuduğum bu yazıyı.. :) şaka bi tarafa tüm yazdıklarını resmen tahayyül ederek okudum..bence samimi bi sosyoloji yazısı olmus diyebiliriz tespitler cok yerınde , ha bi de derler ya 'kalemın iyiymiş' :) fbozkurt

Bu blogdaki popüler yayınlar

Teknolojik Trendlerin Hayatı

Teknolojiler konu olduğunda hep bir yerlerde aklımıza çalınan ancak bir türlü tam olarak ne işe yaradığını anlamadığımız konular oluyor. Örneğin yıllardır “Bulut” deyip duruyorlar. Ne olduğunu tahayyül etmeye çalışsak da tam anlayamıyoruz. Sonra Dropbox’tan dosya paylaşınca, tüm notları Evernote’a almaya başlayınca Bulut birden somutlaşmaya başlıyor. Annemiz de Bulut ile ilgili soru sormaya, yorum yapmaya başlayınca süreç tamamlanıyor. Bir trendin gerçek olmasını yaşıyoruz. Bulut bayağı bir hayatımızın içine girdi artık. Daha yeni trendlere baktığımızda ise, örneğin biri çıkıyor Büyük Veri (Big Data) diyor, 250 milyar dolar diyor, yüzde 60 verimlilik, 4.5 milyon istihdam diyor. 1, 2, 3 Hepsi çok etkileyici. Peki bunlar ne kadar gerçekçi ve bizim işimize nasıl yarıyor? Bizi nasıl etkiliyor? Bunları kim belirliyor? Öncelikle söylemeliyim ki, son zamanlarda Bilgi ve İletişim Teknolojileri (BİT) trendlerini Türkçeleştirerek de dilimize aktarmayı başardığımız için, bu basit görüne

Yalınlık ve Mesaj (Dört film üzerinden bakış)

Filmlerin amacı, şu anki durumu üzerine, haddimi aşacağını düşündüğümden çok laf etmiycem. Kısa bir bakışla, belli bir sorunu eleştirmiş dört film üzerine konuşucam. Lise yıllarımda bol miktarda şiir okurken, yolum, doğal olarak, bir yerde Ahmed Arif’le kesişmişti. Onun şiirlerini neden bu kadar çok sevdiğimi anlamam biraz zaman aldı. Önceleri delikanlı üslubunun, içimdeki, o yıllarda popüler olan deliyüreği uyandırdığını düşünmüştüm. Antolojilerle uğraşıp şairlerle ilgili yazılardan da kopya çekince, yalınlığın ne kadar çekici olduğunu farkettim. Hotel Ruanda (Hotel Rwanda)’yı izlemeden önce kime sorsam ‘çok güzel film’ dedi. (Malumdur ki filml er hakkındaki eleştirilerimiz ‘çok güzel, ben beğendim, bence sinemaya gitmeye değmez’ gibi kısa cümleciklerle sınırlı genelde.) Sanırım, Belçikalıların bir halkı nasıl böldüğünü ve sonrasındaki olayları ibretle izlemek, hepimizde olduğu gibi, insani bir eleştirellik katıyordu bir süreliğine. Bu bakış açısını kazanmak -kısa süreli farkındalık-