Ana içeriğe atla

Çok Önemli Olaylar - 1. Bölüm

Askerlik hep çok uzak bir yerdi. Nasıl olsa bir ara yurt dışına gidip orada üç sene çalışırdım. Olmadı master doktora filan yapacaktım; onları da yapınca yaş 35 olacaktı… Nerdeyse birden anlayıverdim sonradan, benim gibi yaşayınca askerlikten kaçamıyormuşsun.
Ve hayatımda yeni olan hemen hiçbir şey yaşamadığım çok önemli olaylar böylece başladı…


Askerlik Öncesi Dönem
“Her Türk asker doğar.”
Yohanna 11. emir
İstanbul’daki evi paketledim, üç eşit parçaya ayırıp arkadaşlarıma bıraktım. Derken Ordu’ya (şehir olan) doğru yollandım. Uzun süredir pek tatil yapmadığımdan ve stresli sayılabilecek çalışma hayatımdan olsa gerek, Big Lebowsky beni etkisi altına aldı. White Russian yapmayı öğrenip hemen her gün içmeye başladım. (Ordu’da kahve likörü bulamadığımdan, kremalı türk kahvesi likörü kullandım, yalan söylemeyeyim şimdi.) Kısacası, öyle yayıp yatıyordum, desem, çok iyi bir tanım yapmış olurum. Hiçbir şey yapmamayı ne kadar özlemişim.
Söz konusu askerlik olunca, hayatım boyunca hiç konuşamadığım tanıdıklarımla uzun uzadıya konuşabildiğimi fark ettim. Kimsenin bir dediği bir dediğini tutmuyordu ama olsun. “Üniversiteye gitti bizi unuttu Erdem”den, “Vatani görevini yapacak TC vatandaşı Erdem”e dönüşmenin verdiği bütün avantajları kullanarak herkesle bol bol konuştum. Ve bir dediğim bir dediğimi tutmuyordu.

Sonra askerliğim Urfa’ya çıktı. En büyük kuzenim Ahmet, nasıl bir kuzenimin Ağrı’ya, öbürünün Van’a gideceğini bildiyse; benim de Urfa’ya gideceğimi bildi. Tanıdıklarımın (ve askere gideceğimi bir şekilde duyan tanımadıklarımın) “bence senin askerliğin şuraya çıkar” dedikleri şehirlerimizin sayısı altmış civarındaydı. Birilerinin tutturacağı büyük ihtimaldi; ama tutturan yine ballı Ahmet oldu.


Askerliğimin nereye çıkacağını öğreneceğim gece, ben de evinde internet olan asker adayı her genç gibi F5 tuşuna basıp duruyordum. Sonra ekranda Urfa yazdı, kısa dönem jandarma olacakmışım. Neden bilmiyorum sevinçli bir şekilde Ahmet’e küfrediyordum. Annem yanıma gelip sonucu öğrenince, annelik görevini ifa etmek üzere ağlamaya başladı. Neden ağladığını sorduğumda bir cevap veremedi. Biliyordum ki askerliğim Maldivler’e veya Yukarı Saksonya’ya tümgeneral olarak çıksa bile annem ağlayacaktı. Çok geçmeden ucuza uçak bileti almak için harekete geçtik. Malum, eğer uçağa biniyorsanız ve ucuza bilet aldıysanız, uçağın keyfi bilmem kaç katına çıkıyor. Uçak seferlerinin artmasının insan hayatını ne kadar kolaylaştırdığından filan dem vuruyorsunuz. Eğer bilet pahalıysa, “otobüsle mi gitseydim acaba” diye düşünebiliyorsunuz. Ucuza uçak bileti alamadık. Olsun, vatan sağ olsun.

Uçak Urfa’ya indiğinde, ilk dikkatimi çeken şey buranın düz olduğuydu. (Sonra bir arkadaşımla konuştum, onun da ilk aklına gelen şey ‘düz’ olmasıymış.) Bir otel bulup yerleştim. Hatta Japonya’dan gelen ve kendi kendine Türkçe öğrenen bir hemşireyle bile tanıştım. Kız İngilizce’yi çok az, Türkçe’yi oldukça iyi konuşuyordu. Ben baya şaşırdım ve tane tane konuşmaya çalıştım. “Japonya’da erkek hemşire var mı?” diye sordum. Otelin oldukça dindar sahipleri, Skype aracılığıyla sürekli yabancı hatunlarla konuştuklarından olsa gerek, iyice bir alaylı İngilizcesine sahiptiler. Ve bu Japon kızcağızla sürekli İngilizce konuşmaya çalışıyorlardı. En sonunda dayanamayıp, “Kızla Türkçe konuşsanıza” dedim. Onlara da bunun mantıklı gelmesine sevindim. Hayatımda uzun süre sonra Atatürk’ü savundum o gece. Ve yatağıma gittim. Askerden önce dışarıdaki son gecem de böylece geçti.
Askere giden bir iki arkadaşım bana birliğe geç teslim olmamı söylemişti. Ben de sabah önce hamama gidip yıkandıktan sonra saçma sapan şeylerle zaman geçirip, saat beşe gelirken alaya gittim. Girişte komutan benimle ilgili – daha sonra en az on kere daha sorulacak olan – bazı sorular sordu. Bunlardan biri hayatımın kabus sorularından olan “mesleğin” sorusuydu. Birden ağzımdan “Teknoloji Danışmanı” çıktı. Sanki Bilim ve Teknoloji Politikaları master’ında o kadar makale okumamışım gibi. “Cep telefonu mu satıyorsun?”, dedi birisi. Ben de, “Pek öyle değil”, dedim. Bu soru bana on kez sorulduysa on farklı cevap verdim. Son olarak “Bilişim Sistemleri Danışmanı’yım” diyorum. Yine kimse anlamıyor; ama daha havalı. En azından “Bilgisayar mı satıyorsun?”, diyorlar. Endüstri Mühendisi olduğumu ise pek açmamaya çalışıyorum. Babaannem bile beni hala İnşaat Mühendisi sanarken bu karışıklığa daha fazla mahal vermiyorum. Askerdeyken türlü türlü kimlik sorunlarım karşıma çıkıp duruyor bu arada. Sivil hayatta iş kolay, birkaç sıfatın üzerinden insanlar seni hemen kafalarında bir yere yazıyorlar, çok da üzerinde düşünmüyorlar zaten. İşin, yaşadığın yer, çalıştığın yer, mezun olduğun okul, vs. derken koordinatların belirleniveriyor. Ama askerdeyken öyle mi, hepsinin tercümesini yapman lazım. Bunun için de yeni bir dil öğrenmen.

Acemilik Kötü İsim, Hazırlık Diyelim
“Kiremitten baca olmaz, piyadeden koca olmaz.”
Anonim
Bizi bir komando birliğine gönderdiler eğitim için, önce biraz korktum; ama korkulacak bir şey yokmuş. Eşofman, ayakkabı, pijama, terlik, diş macunu vb. her şeyi verdiler. Şaşırdım. Hayatımda ilk defa yeşil don giydim ve acemi eğitimimi almaya başladım.
Güzel ülkemizin bu şirin komando birliğindeki acemilik günlerim oldukça şen şakrak geçti. Tüm arkadaşlarım üniversite mezunuydu, böylece üniversite okumanın pek çok insan için ne kadar saçma bir şey olduğunu iyice anladım.

Sürekli şarkı söylüyordum ve bana kimse “Yeter abi, ne biçim sesin var” demiyordu. Bu hayatımda ender rastladığım bir durumdu. Açık söyleyeyim, kendime güvenim artmıştı. Thundercats’in şarkısını bile söyleyebiliyordum. Bir sabah koğuşu kaldırma sırası bendeyken, Modern Sabahlar’ın “Bugün çok güzel bi gün olucak” şarkısını çığırarak koğuşu ayağa zıplattım. Ben sağda solda gülüp oynayan bir figür olduğumdan, sürekli “Abi sen ne garip adamsın” gibi tepkiler alıyordum. Çünkü bir sürü adam düzenli olarak askerlikten şikayet edip, ardından da haline şükrediyordu. Bir insanın aynı fasit daireye her gün girmesiniyse kimse yadırgamıyordu. Herkesin çocuk gibi ağlayıp durmasından sıkıldığımı söylemeden edemiycem. Zaten Türkiye’de erkeklerin çok şımarık olduğundan hep şikayet etmişimdir. Buraya gelince artık hiçbir şüphem kalmadı. Anneleri bu çocuklara ne yapıyor bilmiyorum. Ama her bir şeyden şikayet ediyorlar. Yaptığımız hiçbir şey zor değil oysa. Mis gibi askerlik. Militarist militarist yayıyoruz o kadar… (Kendi askerlik tecrübem için konuşuyorum tabii ki.)

Bir ara spor diye “Atatürk Barajı’na kadar koşacağız” dediler. “Çok koşacaksak ben gelmeyeyim komutanım, dizlerim ağrıyor” dedim. Ben “Acaba dizlerim ağrır mı şimdi, bir sakatlık çıkar mı?” diye düşünürken anladım ki, komutan birliğin gezi ve inceleme kolu başkanıymış meğer! Askerlikte spor dedikleri şeyin bir nevi tatil mahiyetinde bir gezi olacağını hiç tahmin etmezdim. Türkü söyleye söyleye, yavaş yavaş Atatürk Barajı’na yürüdük. Komutana ve İnşaat Mühendisi arkadaşlarımıza barajla ilgili sorular sorduk. Taze elektrik kokusunu içimize çektik. Manzaralı bir yerde komutanla birlikte oturup sigara içtik. Komutan sigara içmedi. Biraz ülke kurtarıp kalktık. Bir büfeye uğrayıp yiyecek-içecek bir şeyler aldık. Aynı şekilde de geri döndük.

Bu dönemdeki en zevkli şey atışlardı; bildiğin tüfekle ateş ediyorsun. Başımızdaki üst teğmen atışlara çok önem veriyordu. Bu yüzden 3 kere talim yaptık. Atış talimimiz sırasında en dikkat çekici şeylerden biri, askerlik ve silah gibi kavramları duyunca burnundan testesteron fışkıran adamların hedefi tutturmaktaki beceriksizlikleriydi. (İçime yer etmiş.) Çoğu ortalama ya da karavana attılar. Ne kadar üzüldüklerini anlatamam. Benim gibi eline silah hiç yakışmayan adamların çoğu ise isabetli attı. İlk denememde 25 metreden dokuzda sıfır attım. (Durun daha) Bence silah bozuktu, ama moralim bozulmuştu. Sonra silahı değiştirince keskin nişancı oldum. 100 metreden 3’te 2 ve 4’te 3 vurdum da moralim yerine geldi. 200 metreden de 5’te 4’ü çaktım. Artık ne zaman hedefi tutturup ne zaman tutturamadığımı attıktan hemen sonra anlayabiliyordum. Silahla atış yapmayı neden bu kadar sevdiğimi bilmiyorum, ama beni yakında poligonlarda bulacaksınız büyük ihtimalle. Belki de tavşan, kuş filan avlarım. Yeriz hem.

Eğer acemilik yapıyorsanız, önünüzdeki en önemli hedef yemin töreni. Şöyle bir şey yemin töreni: Asker aileleri geliyor, sen çakı gibi asker olarak duruyorsun, bağırarak yemin ediyorsun; özetle ben asker oldum mesajını en askeri biçimde veriyorsun. Askerin sivillere açılan yüzü olduğundan önemli bir olay olarak addediliyor. Yemin töreni için 2 hafta yürüyüş çalıştık, sonra yemin töreninde yürümedik. Olsun. Albay’dan çok korktuk, ümüğümüzü sıkacak gibi bağırıyordu. Oldukça stresli bir ortamda yemin törenine hazırlandık. Annemle babam Urfa’ya geldiler benim için. Babam törene takım elbiseyle –kravatı da vardı-, annem kırmızı eşofmanla geldi. Yemin töreninden sonra bize kimse kızmadı, “ne biçim askersiniz ulan” demedi. Sevindik. Törenden sonra annem hemen yanıma geldi. “Oğlum asker olmuş” diye ağladı.

Annem, babam ve ben artık 3 gün boyunca Urfa’da turist olarak gezebilirdik. Biliyorsunuz, turist olmak için, öncelikle yaşadığınız yerden daha doğusuna gitmeniz gerekiyor. Böylece, “Bu işler Batı’da hiç böyle değil, burası çok mistik” diyebiliyorsunuz ve kendinize güvenli bir şekilde gezebiliyorsunuz. Mesela New York’a gidince öyle olmuyor. Ama Urfa hem annem, hem babam, hem de benim için yeterince doğudaydı. Bilumum kebapları yedik. Sonra sıra gecesine katıldık. Garson çiğ köfteyi ters çevirdi, ama çiğ köfteler tepsiye yapışmayıp kafasına, ordan da yere döküldü. Oynamak üzere ayağa kalkıp çok kötü bir performans sergiledik, ama herkes bizim ortama dahil olma çabamızı takdir etti. Biz de çok mutlu olduk. Sağlık Müdürlüğü’nün konuk evine gidip, babamın süpermarketten aldığı elmaları yedik. Ailecek tatil yapmak güzel bir şey.

Artık Askerim
“ ’Ben’ kendini ancak ötekide algılar; öteki ile kendisinin farkına varır. ”
Bir grup düşünce adamı
Usta birliğine geçince değişen en önemli şey, artık uzun dönem askerlerle birlikte olacak olmamdı. Yüz altmış civarında arkadaşla aynı ortamı paylaşıyoruz. Bizden önceki kısa dönemler beni askerlerle samimi olmamam için uyardı. Başka türlü otorite sağlamak zormuş. Ben de uydum. Hemen herkesle aram vasat üzeri. Genelde çok konuşmuyorum, konuşsam da samimi olmuyorum; kimse de beni rahatsız etmiyor. Dahası, inanamadığım bir şekilde saygı duyuyorlar. Birinin sana saygı duyması için üniversite okumuş olmak ve hiçbir şey yapmamak da yeterliymiş onu öğrendim. Bunların gerçekleşmesinde benim kişilik özelliklerimin payı gerçekten çok az. Çünkü diğer kısa dönemlerde benzeri saygıyı görüyor. Kimseye bağırmıyorum, bir şeyi rica etmem yetiyor. Umarım böyle devam eder. Aslında, en çok devam etmesini istediğim şey bu.

Burada kısa dönem olmak acayip bir nimet. Benim eşitsizlik olarak gördüğüm bu durumu, ben hariç hemen her kısa dönem “okumaları”ndan doğan bir hak olarak görüyor. Bu tartışmalı bir konu ama her üniversite okuyan, askere geldiğinde üniversite tahsilini büyük bir iş olarak görüyor. Geçen gün bu askerlik süresi konusunda kısa dönemlerle hararetli bir tartışma yaşadık. Tartışma ortamında bir tane uzun dönem arkadaşımız da olduğundan, kimse içinden geçenleri söyleyemedi. “Abi bu mankafalara on beş ay askerlik yaptıracaksın da kendilerine gelecekler, zaten aramızdaki fark da çok açık değil mi!” diyemediler. Bu samimiyetsizlikleri sonucunda en son benim dediğim yere geldik. Oysa adam gibi içlerinden geçeni söyleselerdi belki de başka bir sonuca varabilirdik. Zaten öğrendiğim en önemli şeylerden biri insanların ne kadar samimiyetsiz oldukları. Hep bir şeyleri saklayıp eksik söyleyerek nasıl yaşanılıyor, nasıl bu kadar politik olunuyor yahu! Mesela Kürt sorunu tartışılırken ortamda bir Kürt varsa “Hepimiz kardeşiz ama bir arada yaşamamız için…” filan oluyor. Kürtler yoksa gerçek düşünceleri ortaya çıkıyor. Komşularının karılarına göz koyduklarından, pisliklerinden ve görgüsüzlüklerinden rahat ve emin bir şekilde dem vuruluyor.

Askerlik yapanların bileceği üzere içtimalar meşhur ve sürekli faaliyetler. Askerlerin bir sebeple bir araya toplanmasına “içtima” deniyor. Bu sebep komutanın can sıkıntısından bir askerin firarına kadar çeşitli şeyler olabiliyor. Sabah içtimalarında komutanlar askerlere sorular soruyor. Jandarmayla ilgili tanım ve bilgileri içeren birkaç sayfa, İstiklal Marşı, Gençliğe Hitabe, Gençliğin Ata’ya Cevabı ve Urfa’nın Tarihi sorumlu olduğumuz konular. Bir gün içtimadayken komutan bana seslendi:
- “Sen, gözlük!”, diye işaret etti.
- “Erdem Şahin Ordu, emret komutanım!” Bağırarak ve kendimden emin bir şekilde tekmilimi verdim.
- “Askerliğin tanımını söyle”, dedi.
- “Askerlik, erkeklerin kadınların değerini daha iyi anlaması için feministler tarafından hazırlanan bir komplodur komutanım”, dedim.
Tip tip baktı. Yanındaki komutanın kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu sefer diğer komutan bana yöneldi:
- “Bi daha yap bakayım şu tanımı”, dedi.
- “Askerlik, homofobik devletimizin, eşcinsel arkadaşlarımıza ‘erkek dediğiniz işte budur’ diyerek seçimlerini tekrar gözden geçirmeleri için verdiği ikinci bir şanstır komutanım”, dedim.

İçtimalara girmiyorum ama cesaret edebilecek olsam, askerlikle ilgili yapacağım tanımlar bunlar olurdu. Geri kalan tanımlara dair askerlik süresince yapılanların verimliliği çok daha düşük çünkü. (Bu arada, Toplumsal Sözleşme’nin eski adı İçtimai Mukavele’ymiş, enteresan değil mi?)

Görevim silahlık nöbetçiliği. Burası merkez karakol; kolluk kuvvetiyiz yani. Halkın güvenliğini ve asayişi sağlıyoruz. Örneğin, kaçak sigaraları yakalayıp yakıyoruz; tabi tüm askerler kaçak sigara içiyor, olsun. Köylerde aileler birbirine giriyor, biz ayırıyoruz. Aşiretler ihaleye girecek oluyor, biz kavga çıkmasını önlemek için ihalenin başında bekliyoruz.

Bu saydığım görevleri icra edebilmek için askerler sürekli silah alıp göreve ve nöbete gidiyorlar. Ben de onlar silahlarını alınca numaralarını yazıp 3 kere enter’a basıyorum; silahlarını bırakınca tekrar numaralarını yazıp 3 kere daha enter’a basıyorum. Görev tanımım da bu. Haliyle çokça boş vaktim oluyor.

Her şeyden önce, enter’a basabilmek için bir bilgisayarım var. Müzik dinleyip film izleyebiliyorum. Tabi komutanlara yakalanmamam lazım. Komutanlarla aramı iyi tutmam bana defalarca öğütlendi. Ben şimdiye kadar dört tanesinin ismini öğrenebildim, ama en az on tanesinden fırça yemişimdir. Aslında komutanları çok az görüyorum; ama ne zaman görsem fırça yiyorum. Sebebini henüz anlayamadım. Benim onları umursamadığımı düşünüyorlarmış. Çok umursamıyor olabilirim ama fırça yemekten imtina ediyorum. Bence şanssızım.
Günlerim genelde kitap okuyarak veya spor yaparak geçiyor. İnsanlardan sürekli “Abi sen de ne zaman görsem kitap okuyorsun.” gibi tepkiler alıyorum. Baya bir insanla kitaplarımı paylaşıyorum. Çoğu okumadan geri getiriyor, ama 3-4 kişi okumaya başladı. Aslında daha çeşitli kitaplarım olsaydı, daha çok insanın kitap okumasına yardımcı olabilirdim.

Himmet adında bir arkadaşım var. Uşaklı, zehir gibi bi çocuk. Ortaokul terk. Hiç yalan konuşmuyor ve herkese laf yetiştiriyor. (Bu ikisini bir arada bulmak, hele askerde bulmak çok zor.) Pek çok şehirdeki genelevleri biliyor ve herkese anlatıyor. Ayrıca oldukça dindar. Himmet’le roman okumanın saçma olup olmadığı, insanların maymundan gelip gelmediği gibi şeyler tartışıyoruz. Sürekli lafı ansiklopedilerden okuduğu yunusların zekası ve dünyanın yuvarlaklığı gibi şeylere getiriyor. Ben özellikle evrim konusunda tartışmayı uzatıyorum. Son olarak ‘akıllı tasarım’ aşamasında anlaştık gibi. Kur’an’da insanın kan pıhtısından yaratıldığına dair bir ayet varmış, ansiklopedilerden de dünyanın önemli bir bölümünün sudan oluştuğu ve embriyoların bölünerek çoğaldığını okumuş. Kimseyle dalga geçtiğimi sanmayın, biriyle konuştuğum zaman kesinlikle içten konuşuyorum.

Başka bir arkadaşımın adı Veysi. İsmi “fakir, fukara” anlamına geliyormuş. Veysi’nin aksine, burada pek çok kişi adının anlamını bilmiyor. Dahası “Şimdiye kadar hiç aklıma gelmedi, hiç araştırmadım” gibi cevaplar veriyorlar. (Araştırmak çok popüler bir kelime. Örneğin bir tartışma oluyor ve “Neden?” diye soruyorum. Adam “Ben çok araştırdım, öyle” diyor. Ya da “uzmanların hepsi böyle söylüyor” oluyor.) Veysi Diyarbakırlı, o da hiç yalan söylemiyor. Müthiş bir kendine güveni var (O arkadaş olmamıza karar verdiği için arkadaş olduk) ve aklından hiç kötülük geçmiyor. Türkçe kendini iyi ifade edebildiği için, Türkçe’yi sonradan öğrenen diğer Kürt arkadaşlara göre daha az sinirleniyor ve daha az içine kapanık. Veysi çarpım tablosunu bilmiyor, ve beni çarpım tablosunu bilmenin çok önemli bir şey olmadığına ikna etti. Hayatla ve ölümle kurduğu ilişki benden çok daha farklı; anlamam mümkün değil. Onunla da okuduğum kitaplar hakkında konuşuyoruz. Geçen akşama kadar okuduğum tüm kitapların saçma olduğunu söyledi. Bir akşam yine içeri girdiğinde kitap okuyordum ve konuşmaya başladık:
- “Erdem ne okuorsun yine, kafayı yiyecen sen burda?”, dedi.
- “Comte de Leutreamont. Bir pasaj okumamı ister misin?”, dedim
- “Oku hadi.”, diyerek yanıma oturdu.
- “Tırnaklarını şöyle on beş gün uzatmalı insan. Ah! Nasıl da hoştur, üstdudağında henüz bir şey bulunmayan, gözleri kocaman kocaman açılmış bir çocuğu yatağından hoyratça koparıp almak ve elini alnının üzerinden usulca geçirir gibi yapıp güzelim saçlarını geriye yatırmak! Sonra, birden, hiç beklemediği bir anda, öldürmeyecek şekilde, uzun tırnakları onun yumuşak göğsüne daldırmak; çünkü, eğer ölürse, daha sonraki mutsuzluklarını görmek zevkinden yoksun kalırsınız.”
Diyerek şevkle okuyordum ki, o an, “Şimdi beni “satanist” olarak damgalayacak”, diye korktum. (Buradaki genel inanışa göre Türkiye’de bir sürü satanist var.) O sırada atıldı:
- “Çok güzelmiş”, dedi. “Türk mü bu”?
- “Yok Fransız”, dedim.
- “Zaten bir İtalyanlar iki Fransızlar, bayılıyorum bunlara”, dedi ve ilave etti “Kesin başka kitapları da vardır bunun?” Elimdeki kitabı kalın bulmuştu.
- “Pek yok”, dedim, “Zaten yirmi dört yaşında ölmüş”
- “Yav bu kitap yazanların da hepsi erken ölüyor” dedi.

“Her ölüm erken ölümdür”, diyecektim ki kendimi tuttum. Cemal Süreya sevgim romantik lise yıllarımda kalmıştı artık. Sonra, daha önce pek çok kez tekrarladığı kitap yazma ve erken ölme isteklerini tekrarladı. Kitap yazarken bilgisayar mı daktilo mu kullanması gerektiği konusunda konuştuk, daktilodan vazgeçmedi.

Tahmin edebileceğiniz gibi çatışmalar burada büyük etki yaratıyor. Ama ben çatışmaları takip ederken çok yalnız kaldım, derdimi kimseye anlatamadım, kimseye küfredemedim. Bu kadar insanın öldüğü olaylar karşısında, burada birilerinin ölmesinin asıl sorun olduğunu düşünen kişi sayısı çok azdı ya da hiç yoktu. Radikal 2’yi hiç bu kadar istekli okuduğumu hatırlamıyorum. Sırf bana benzer kaygıları olan birlerinin sesini duymak istediğim için.
Askerliğin belki de en büyük faydası, bir şekilde kendimizce marjinalleştirdiğimiz ve kendi kurduğumuz çevrenin dışına çıkmadan yaşadığımız hayattan çıkıp, öteki insanlar ile gerçekten diyalog kurmak oldu. Kendimi tanımlamak için böyle bir deneyim oldukça faydalı. Sadece bu ölüm meselesinde değil, hemen her konuda, günlük olarak yapageldiğim diş fırçalamak, kitap okumak, film izlemek, biriyle konuşmak gibi başlıklarda ne olduğumu daha iyi anlıyorum. Yurt dışında yaşamak, benzeri şekilde faydalı bir deneyim olacaktır diye düşünüyorum.

Böyleyken böyle arkadaşlar. Genel olarak keyfim oldukça yerinde. Çok şanslı bir askerlik yaptığımı düşünüyorum.

Muhabbetle,

Urfa - 08.07.10

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Hey Erdem merhaba Cem (Gencer üzerinden belki?) burada,

10 günlük aralıklarla girdiğim facebookta şans eseri bu askerlik postlarını gördüm, okudum.

Askerliğinin iyi geçtiğini duymak güzel.

Büyük ve umulası bir ihtimalle yapmayacak olduğum askerlikle ilgili çok hoş değerlendirmeler...tabii ki herkes dönüşte anlatıyor ama oradayken yazmak böyle çok farklı oluyor işte. Kısaca, teşekkürler.

İyi şanslar, görüşürüz.
Adsız dedi ki…
güzel anılar valla. üniversite anılarınıda yazsana. mesela başbakanlık bursu için yaşadığını

Bu blogdaki popüler yayınlar

Teknolojik Trendlerin Hayatı

Teknolojiler konu olduğunda hep bir yerlerde aklımıza çalınan ancak bir türlü tam olarak ne işe yaradığını anlamadığımız konular oluyor. Örneğin yıllardır “Bulut” deyip duruyorlar. Ne olduğunu tahayyül etmeye çalışsak da tam anlayamıyoruz. Sonra Dropbox’tan dosya paylaşınca, tüm notları Evernote’a almaya başlayınca Bulut birden somutlaşmaya başlıyor. Annemiz de Bulut ile ilgili soru sormaya, yorum yapmaya başlayınca süreç tamamlanıyor. Bir trendin gerçek olmasını yaşıyoruz. Bulut bayağı bir hayatımızın içine girdi artık. Daha yeni trendlere baktığımızda ise, örneğin biri çıkıyor Büyük Veri (Big Data) diyor, 250 milyar dolar diyor, yüzde 60 verimlilik, 4.5 milyon istihdam diyor. 1, 2, 3 Hepsi çok etkileyici. Peki bunlar ne kadar gerçekçi ve bizim işimize nasıl yarıyor? Bizi nasıl etkiliyor? Bunları kim belirliyor? Öncelikle söylemeliyim ki, son zamanlarda Bilgi ve İletişim Teknolojileri (BİT) trendlerini Türkçeleştirerek de dilimize aktarmayı başardığımız için, bu basit görüne

Yalınlık ve Mesaj (Dört film üzerinden bakış)

Filmlerin amacı, şu anki durumu üzerine, haddimi aşacağını düşündüğümden çok laf etmiycem. Kısa bir bakışla, belli bir sorunu eleştirmiş dört film üzerine konuşucam. Lise yıllarımda bol miktarda şiir okurken, yolum, doğal olarak, bir yerde Ahmed Arif’le kesişmişti. Onun şiirlerini neden bu kadar çok sevdiğimi anlamam biraz zaman aldı. Önceleri delikanlı üslubunun, içimdeki, o yıllarda popüler olan deliyüreği uyandırdığını düşünmüştüm. Antolojilerle uğraşıp şairlerle ilgili yazılardan da kopya çekince, yalınlığın ne kadar çekici olduğunu farkettim. Hotel Ruanda (Hotel Rwanda)’yı izlemeden önce kime sorsam ‘çok güzel film’ dedi. (Malumdur ki filml er hakkındaki eleştirilerimiz ‘çok güzel, ben beğendim, bence sinemaya gitmeye değmez’ gibi kısa cümleciklerle sınırlı genelde.) Sanırım, Belçikalıların bir halkı nasıl böldüğünü ve sonrasındaki olayları ibretle izlemek, hepimizde olduğu gibi, insani bir eleştirellik katıyordu bir süreliğine. Bu bakış açısını kazanmak -kısa süreli farkındalık-

Babaannem, dedem ve lacivert spor ayakkabılarım

“Bir insanın entelektüel olabilmesi için üç üniversite bitirmesi gereklidir, yalnız bunlardan birisini dedesi, birisini babası, birisini de kendi bitirecek.” diye bir söz duymuştum. Entelektüelliğin ne olduğunu anlamaya çalıştığım zamanlardı; daha sonra ise umursamadım. Önce babamı düşündüm, durumu fena değildi; adam koskoca 'doktor bey', her ne kadar köyde büyümüş olması onu üniversiteli ortalamadan ayırsa da. Dedemi düşününceyse iş değişti. Beni her gördüğünde şirin şirin gülen, köyün bıraksanız hepsinin kendisine ait olduğunu iddia edecek kadar hayalci(!) ve yüzünün başka yerinde sakal çıkmadığı için, tıraş olmadığı zamanlarda köyde top sakallı gezen şen bir entel. Büyüklerle ilişkiler konu olduğunda, saygıda az kusur eden iyi bir çocuk olduğumu düşünürüm hep. Bir ara dedemin babaannemi annesinin evine kadar döverek götürdüğünü öğrenince dedeme sinirlenip köye inadına 3 ay gitmemem dışında. Allah'tan tarih öğretmenim Osmanlıların Doğu Anadolu'da öldürdüğü b