Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Şiiri çok sevip şairi sevmeden - Mazot

İsmet Özel'den, buyrunuz. Mazot Ağlamadan dillerim dolaşmadan yumruğum çözülmeden gecenin karşısında şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı üzerime yüreğimden başka muska takmadan konuşmak istiyorum. Şehre neden esmer ve dölek yüzümle döndüm dağlardan kar vakti tarlaları kımıldatan soluğum niyedir sarmalasın vites dişlilerini defneler, nakışlar yok alnıma neden. Ağlamadan etimin iğneli beşiklerde bıraktığı izlere aldırmadan o mavi korularda ve dibektaşlarında bırakıp sözlerimin kalıntılarını açıkça konuşmak istiyorum. Besbelli ki leşler koruyor şehrin bedenlerini göğsünün kafesinde yalnızca pasak biliyorsun korkutulmuş bir kızın yüreğinden fışkıran beyaz güvercinleri sabahın köründe kalkan tirenlerdeki nefret her gün aynı kalafat yerine çekilmenin nefreti bunları bütün bunları biliyorsun dağlardan dönüyorsun o sağır yamaçlardan çevik bacaklarını getiriyorsun, ne çiçek ne de ninni boz şayaktan poturun dağlarda ne güzeldi şehre varınca artık meşin

Bay Sommer'le Çocuk Bayramı

İ ş yaşamına başladıktan sonra değişen pek çok şeyden biri de kitaplara olan yaklaşımım oldu. Daha az kitap okumaktan bahsetmiyorum; kitaplara bakışımın değişmesinden bahsediyorum. Eskiden kitap okumayı içten içe bir zorunluluk olarak değerlendirirdim. (Bunu yeni yeni anlıyorum.) Şimdiyse tamamen eğlenmek için okuyorum. Kafa boşaltmak için thriller okumaya bile başladım.   Bugün tatil sayesindeki boş zamanımda canım güzel bir kitap çekti. Kendi kitaplarımı okumak istemedim. Yan odaya gittiğimde Selim’le Aykut elime Patrick Süskind’in Bay Sommer’in Öyküsü diye bir kitabını tutuşturdu. Odama geçtim ve nerdeyse bir nefeste okudum. Kitap oldukça kısa, o yüzden çabuk okunabiliyor. Tabi bir nefeste okuyabilmek için sevmek de gerekiyor. Kitabın girişine bayıldım, şöyle başlamış yazar: “ Daha ağaca çıktığım yaşlardaydı – çok, çok zaman geçti aradan, nice yıllar, on yıllar; boyum bir metrenin azıcık üstündeydi, yirmi sekiz numara ayakkabı giyiyordum ve uçacak kadar hafiftim – hayır, yal

Sonbahar

Yeni yılın ilk günü, trafiksiz yollarda Taksim’e kolayca ulaşıp güzel bir çorba içtikten sonra, vizyondan çıkmadan önce Sonbahar’a gidebildim. Böyle filmleri görünce ve Türkiye’de çekildiğini bilince mutlu oluyorum. Birkaç hafta önce,   beğenirim umuduyla Issız Adam’a gitmiş ve sinir olmuştum. Bir sürü klişeyi arka arkaya koyunca ne bir senaryo ne de bir film oluyor. Filmin kötü olmasında da bir sorun yok, ama yönetmenin tamamen duygu sömürüsü üzerinden gitmesi, bir daha bir Çağan Irmak filmine gitmeyeceğimi garantiledi. Sonra Beyaz Melek’i aldım, bu sefer gündemi takip edebilmek için. Yorum yapmaya bile değecek bir film değil. Alakasız bir kovalamaca sahnesiyle başlayıp yine sömürü üzerinden kurgulanmış bir film. Çok sinemaya gidemiyorum İstanbul’da, ama yeni yıla bir filmle başlamak oldukça keyifli oldu. Hele bu film bir de uzun zamandır izlediğim en güzel film olunca. Filme başlarkenki otobüs yolculuğu ve kahramanın otobüsten kıyıya vuran dalgaları izlemesi oldukça tanıdık bir gör