Ana içeriğe atla

Bay Sommer'le Çocuk Bayramı

İş yaşamına başladıktan sonra değişen pek çok şeyden biri de kitaplara olan yaklaşımım oldu. Daha az kitap okumaktan bahsetmiyorum; kitaplara bakışımın değişmesinden bahsediyorum. Eskiden kitap okumayı içten içe bir zorunluluk olarak değerlendirirdim. (Bunu yeni yeni anlıyorum.) Şimdiyse tamamen eğlenmek için okuyorum. Kafa boşaltmak için thriller okumaya bile başladım.  
Bugün tatil sayesindeki boş zamanımda canım güzel bir kitap çekti. Kendi kitaplarımı okumak istemedim. Yan odaya gittiğimde Selim’le Aykut elime Patrick Süskind’in Bay Sommer’in Öyküsü diye bir kitabını tutuşturdu. Odama geçtim ve nerdeyse bir nefeste okudum. Kitap oldukça kısa, o yüzden çabuk okunabiliyor. Tabi bir nefeste okuyabilmek için sevmek de gerekiyor. Kitabın girişine bayıldım, şöyle başlamış yazar:

Daha ağaca çıktığım yaşlardaydı – çok, çok zaman geçti aradan, nice yıllar, on yıllar; boyum bir metrenin azıcık üstündeydi, yirmi sekiz numara ayakkabı giyiyordum ve uçacak kadar hafiftim – hayır, yalan değil, o zamanlar gerçekten uçabiliyordum – ya da en azından, ramak kalmıştı uçmama…
(…)
Ağaca çıkma konusunda da buna benziyordu durum: Tırmanmak hiç de güç değildi. Dalları hemen önünde görüyordu insan, eliyle dokunup kalınlıklarını sınayabiliyordu, kavrayıp kendini yukarı çekmeden önce. Ama aşağı inerken hiçbir şey görmüyordu göz; insanın az-çok körleşmesine, ayağıyla aşağıdaki dallarda basacak sağlam bir yer bulmaya çabalaması gerekiyordu, çoğu zaman da o yer sağlam çıkmıyordu işte, çürük ya da kaygan oluyor, ya ayak kayıyor ya da dal kırılıyordu; bu arada iki eliyle bir dala sıkı sıkı sarılmayan da yere taş gibi düşüyordu, düşme yasası denen, İtalyan bilgini Galileo Galilei’nin neredeyse dört yüzyıl önce keşfettiği ve hala geçerli olan ilkeler uyarınca.

En kötü düşüşüm aynı o yıl, okula başladığım yıl oldu. Bir köknarın dört buçuk metre yüksek bir yerinden gerçekleşti ve Galilei’nin, düşme yolu eşittir yerküre ivmesiyle zamanın karesinin çarpımının yarısı, diyen düşme yasasına tıpatıp uydu; sonuç olarak da tastamam 0.9578262 saniye sürdü. Aşırı kısa bir zamandır bu. Yüz yirmi birden yüz yirmi ikiye saymak için gerekenden kısa, hatta, ‘yüz yirmi bir’ sayısını söyleyemeyecek kadar kısa! O kadar inanılmaz bir hızla oldu ki bu iş, ne kollarımı açabildim, ne paltomun düğmelerini çözüp paraşüt olarak kullanabildim, bırakın onu, aslında uçabileceğime göre düşmeme hiç mi hiç gerek olmadığı bile aklıma gelmedi…

Böyle güzel bir çeviri akıp gidiyor.
Bay Sommer’in sonu Beyaz Mantolu Adam’ın sonuna oldukça benzediği için bu kitapları aklımda yakın yerlere yazdım. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ıyla Camus’nun Yabancı’sını yakın yerlere yazdığım gibi.
Kitabı okurken bu naif üslup bana Fransız filmlerini de hatırlattı. Patrick Süskind’in Alman olduğunu öğrenince biraz şaşırdım hatta. Ama sonra – Wikipedia’mız sağolsun – yazarın üniversiteden sonra Fransa’da yaşamış olduğunu öğrendim.

Çok karışık bir yazı oldu yine, ama Türkiye'de Fransız üslubuyla film çeken Reha Erdem’in Korkuyorum Anne’sinden bir bölümle bitirmek istiyorum:
İnsanlar ikiye ayrılır.
Eğri basanlar, doğru basanlar...
Eğri basanlar bel ağrısından kurtulamazlar. Beli ağrıyanın gövdesi ve başı rahat olmaz. Başı rahat olmayan da hayatta doğruyu bulamaz. hep doğru basmaya gayret edeceksin, hep…

Kadınlar ikiye ayrılır.
İnce belliler, kalın belliler...
İnce belliler kendi içinde gene ikiye ayrılır.
İnce belinden yakınanlar, ince belinden memnun olanlar...
Kalın belliler de gene ikiye ayrılır. Kalın belini beğenmeyenler ve kalın belinden şikayeti olmayanlar...
Şimdi belinden yakınan ve memnun olmayanlara nasıl dikersen dik hiçbir elbise yakışmaz. insanlarla uğraşmak zordur.

Erkekler ikiye ayrılır.
Sevdiklerine verdikleri hediyeleri sonradan geri isteyenler ve istemeyenler... İkiye

Askerliğini yapanlar, yapmayanlar...
Sünnet olanlar, olmayanlar...
Annesi olmayanlar, babasını hatırlamayanlar...

(Notlar: Bu filmin senaryosuyla Altın Portakal'da En İyi Senaryo ödülünü almış, Nilüfer Güngörmüş Erdem ve Reha Erdem çifti. Bir de Korkuyorum Anne senaryosundan alıntı yaptığım bölümü Orkan’ın Facebook’undan aldım :) )

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Teknolojik Trendlerin Hayatı

Teknolojiler konu olduğunda hep bir yerlerde aklımıza çalınan ancak bir türlü tam olarak ne işe yaradığını anlamadığımız konular oluyor. Örneğin yıllardır “Bulut” deyip duruyorlar. Ne olduğunu tahayyül etmeye çalışsak da tam anlayamıyoruz. Sonra Dropbox’tan dosya paylaşınca, tüm notları Evernote’a almaya başlayınca Bulut birden somutlaşmaya başlıyor. Annemiz de Bulut ile ilgili soru sormaya, yorum yapmaya başlayınca süreç tamamlanıyor. Bir trendin gerçek olmasını yaşıyoruz. Bulut bayağı bir hayatımızın içine girdi artık. Daha yeni trendlere baktığımızda ise, örneğin biri çıkıyor Büyük Veri (Big Data) diyor, 250 milyar dolar diyor, yüzde 60 verimlilik, 4.5 milyon istihdam diyor. 1, 2, 3 Hepsi çok etkileyici. Peki bunlar ne kadar gerçekçi ve bizim işimize nasıl yarıyor? Bizi nasıl etkiliyor? Bunları kim belirliyor? Öncelikle söylemeliyim ki, son zamanlarda Bilgi ve İletişim Teknolojileri (BİT) trendlerini Türkçeleştirerek de dilimize aktarmayı başardığımız için, bu basit görüne

Yalınlık ve Mesaj (Dört film üzerinden bakış)

Filmlerin amacı, şu anki durumu üzerine, haddimi aşacağını düşündüğümden çok laf etmiycem. Kısa bir bakışla, belli bir sorunu eleştirmiş dört film üzerine konuşucam. Lise yıllarımda bol miktarda şiir okurken, yolum, doğal olarak, bir yerde Ahmed Arif’le kesişmişti. Onun şiirlerini neden bu kadar çok sevdiğimi anlamam biraz zaman aldı. Önceleri delikanlı üslubunun, içimdeki, o yıllarda popüler olan deliyüreği uyandırdığını düşünmüştüm. Antolojilerle uğraşıp şairlerle ilgili yazılardan da kopya çekince, yalınlığın ne kadar çekici olduğunu farkettim. Hotel Ruanda (Hotel Rwanda)’yı izlemeden önce kime sorsam ‘çok güzel film’ dedi. (Malumdur ki filml er hakkındaki eleştirilerimiz ‘çok güzel, ben beğendim, bence sinemaya gitmeye değmez’ gibi kısa cümleciklerle sınırlı genelde.) Sanırım, Belçikalıların bir halkı nasıl böldüğünü ve sonrasındaki olayları ibretle izlemek, hepimizde olduğu gibi, insani bir eleştirellik katıyordu bir süreliğine. Bu bakış açısını kazanmak -kısa süreli farkındalık-

Babaannem, dedem ve lacivert spor ayakkabılarım

“Bir insanın entelektüel olabilmesi için üç üniversite bitirmesi gereklidir, yalnız bunlardan birisini dedesi, birisini babası, birisini de kendi bitirecek.” diye bir söz duymuştum. Entelektüelliğin ne olduğunu anlamaya çalıştığım zamanlardı; daha sonra ise umursamadım. Önce babamı düşündüm, durumu fena değildi; adam koskoca 'doktor bey', her ne kadar köyde büyümüş olması onu üniversiteli ortalamadan ayırsa da. Dedemi düşününceyse iş değişti. Beni her gördüğünde şirin şirin gülen, köyün bıraksanız hepsinin kendisine ait olduğunu iddia edecek kadar hayalci(!) ve yüzünün başka yerinde sakal çıkmadığı için, tıraş olmadığı zamanlarda köyde top sakallı gezen şen bir entel. Büyüklerle ilişkiler konu olduğunda, saygıda az kusur eden iyi bir çocuk olduğumu düşünürüm hep. Bir ara dedemin babaannemi annesinin evine kadar döverek götürdüğünü öğrenince dedeme sinirlenip köye inadına 3 ay gitmemem dışında. Allah'tan tarih öğretmenim Osmanlıların Doğu Anadolu'da öldürdüğü b