Ana içeriğe atla

Yalınlık ve Mesaj (Dört film üzerinden bakış)

Filmlerin amacı, şu anki durumu üzerine, haddimi aşacağını düşündüğümden çok laf etmiycem. Kısa bir bakışla, belli bir sorunu eleştirmiş dört film üzerine konuşucam.

Lise yıllarımda bol miktarda şiir okurken, yolum, doğal olarak, bir yerde Ahmed Arif’le kesişmişti. Onun şiirlerini neden bu kadar çok sevdiğimi anlamam biraz zaman aldı. Önceleri delikanlı üslubunun, içimdeki, o yıllarda popüler olan deliyüreği uyandırdığını düşünmüştüm. Antolojilerle uğraşıp şairlerle ilgili yazılardan da kopya çekince, yalınlığın ne kadar çekici olduğunu farkettim.

Hotel Ruanda (Hotel Rwanda)’yı izlemeden önce kime sorsam ‘çok güzel film’ dedi. (Malumdur ki filmler hakkındaki eleştirilerimiz ‘çok güzel, ben beğendim, bence sinemaya gitmeye değmez’ gibi kısa cümleciklerle sınırlı genelde.) Sanırım, Belçikalıların bir halkı nasıl böldüğünü ve sonrasındaki olayları ibretle izlemek, hepimizde olduğu gibi, insani bir eleştirellik katıyordu bir süreliğine. Bu bakış açısını kazanmak -kısa süreli farkındalık- bir nevi rahatlama, ‘iyi insan’ olma duygusunu sağlıyordu.

Ben filmi beğenmedim. Çünkü filmde her türlü ayıp izleyicinin gözünün içine sokuluyor. Olduğu gibi değil, abartarak aktardıklarını düşünüyorum. Bu abartma havası, olayların ciddiyetini farketmemi engellemediyse de, filmle duygusal bir bağ kurmamı engelledi.

Benzeri bir savaş durumu Benini’nin ‘Kar ve Kaplan’ (La Tigre et la Neve) filminde de işleniyor. Orada da şaşkın bir aşık karısını kurtarmaya çalışırken verilen mesajlar hep arka planda. Örneğin kahramanımız Attilio Irak’ta bombaların arasındayken, ona telefon açan Roma’daki avukatının ailesiyle renkli bir sokakta yürüyor ve savaşı hiç umursamıyor. Ben böyle mesajların daha vurucu olduğunu düşünüyorum. Filmin böyle ciddi bir konuyu ‘sulu’ bir şekilde işlemesine tepki duyanlar da var tabi ki. Yalnız, genel olarak mesajların topluma hangisi ile daha iyi ulaştığı konusunda iddialı değilim.

Bütün bunların yanında, Mussolini sonrası dönemin İtalya’sında ortaya çıkan yeni-gerçekçilik akımının en ünlü temsilcisi Bisiklet Hırsızları (Ladri di Biciclette, solda) filminde yönetmen De Sica, olayları olabildiğince çıplak bir şekilde, izleyicinin bir

taraf tutmasını sağlamaktan çok olan bitene ilgisini çekerek anlatıyor yoksulluk-işsizlik sorununu. Pekala bu hikayeyi izleyen birini gözyaşlarına boğabilirdi. Bunun yerine izleyicinin sürekli sorgulamasını sağlayacak şekilde kullanmış kamerasını.

Rosetta (sağda), Dardenne kardeşlerin ödüllü filmi de, Bisiklet hırsızlarında 40 yıl sonra böyle bir yalınlığı hatırlatıyor ve Belçika’daki işsizlik sorununu masaya yatırıyor. Bir genç kızın iş bulabilmek için neler yaptığını, birinci dünyanın kenara atılmış bir bölgesindeki hayatını yine nesnel bir uslüpla önümüze getiriyor. Filmden sonra hükümet Rosetta yasası da denilen, işsizlerin durumunu iyileştirmek üzere bir yasa çıkartıyor. Yalın olduğu kadar güçlü de bir film.

Gelecekte sinema nereye doğru gider pek bir öngörüm yok. Fakat Rosetta’ya altın palmiye veren jüri başkanının dedikleri beni umutlandırıyor: “Yalnızca sinemanın geleceği olduğunu hissettiğimiz şeyi seçtik ve şu anda marjinal olanın gelecekte merkezi bir konuma geleceğini sezdik.” (David Cronenberg’in 24 Mayıs 199 tarihli Libération gazetesindeki demecinden.)

Yorumlar

Adsız dedi ki…
bu yazını çok beğendim erdem, yorumların, bakışın harika! ve herşey çok iyi oturmuş. çok iyisin!

filmlerden sadece birisini izledim ama değindiğin noktaya sonuna kadar katılıyorum.

semra serbest

Bu blogdaki popüler yayınlar

Babaannem, dedem ve lacivert spor ayakkabılarım

“Bir insanın entelektüel olabilmesi için üç üniversite bitirmesi gereklidir, yalnız bunlardan birisini dedesi, birisini babası, birisini de kendi bitirecek.” diye bir söz duymuştum. Entelektüelliğin ne olduğunu anlamaya çalıştığım zamanlardı; daha sonra ise umursamadım. Önce babamı düşündüm, durumu fena değildi; adam koskoca 'doktor bey', her ne kadar köyde büyümüş olması onu üniversiteli ortalamadan ayırsa da. Dedemi düşününceyse iş değişti. Beni her gördüğünde şirin şirin gülen, köyün bıraksanız hepsinin kendisine ait olduğunu iddia edecek kadar hayalci(!) ve yüzünün başka yerinde sakal çıkmadığı için, tıraş olmadığı zamanlarda köyde top sakallı gezen şen bir entel. Büyüklerle ilişkiler konu olduğunda, saygıda az kusur eden iyi bir çocuk olduğumu düşünürüm hep. Bir ara dedemin babaannemi annesinin evine kadar döverek götürdüğünü öğrenince dedeme sinirlenip köye inadına 3 ay gitmemem dışında. Allah'tan tarih öğretmenim Osmanlıların Doğu Anadolu'da öldürdüğü b...

Çok Önemli Olaylar - 1. Bölüm

Askerlik hep çok uzak bir yerdi. Nasıl olsa bir ara yurt dışına gidip orada üç sene çalışırdım. Olmadı master doktora filan yapacaktım; onları da yapınca yaş 35 olacaktı… Nerdeyse birden anlayıverdim sonradan, benim gibi yaşayınca askerlikten kaçamıyormuşsun. Ve hayatımda yeni olan hemen hiçbir şey yaşamadığım çok önemli olaylar böylece başladı… Askerlik Öncesi Dönem “Her Türk asker doğar.” Yohanna 11. emir İstanbul’daki evi paketledim, üç eşit parçaya ayırıp arkadaşlarıma bıraktım. Derken Ordu’ya (şehir olan) doğru yollandım. Uzun süredir pek tatil yapmadığımdan ve stresli sayılabilecek çalışma hayatımdan olsa gerek, Big Lebowsky beni etkisi altına aldı. White Russian yapmayı öğrenip hemen her gün içmeye başladım. (Ordu’da kahve likörü bulamadığımdan, kremalı türk kahvesi likörü kullandım, yalan söylemeyeyim şimdi.) Kısacası, öyle yayıp yatıyordum, desem, çok iyi bir tanım yapmış olurum. Hiçbir şey yapmamayı ne kadar özlemişim. Söz konusu askerlik olunca, hayatım bo...

Çok Önemli Olaylar - 2. Bölüm

Ve Biterken... “ Başladım yürümeye; bir de baktım yine baştayım, baştayım .” Mavi Sakal Ask erlik yapmak gerçekten kötü bir şey. Askere gelen hemen herkesten benzeri şeyler duyarsınız. Bir genelleme yapacak olursak, “askerlik yapmak insanları askerlikten soğutuyor” diyebiliriz sanırım. Ama bu anti-militarist olmak gibi bir soğuma değil. Kimsenin askerliğin temel felsefesinden soğuduğu yok tabii ki, bu öyle bir askere gelmekle olacak iş değil. Hasan Abim, “Türk milleti askerliği sever, askeri değil” derdi. Tam da böyle durum. Sadece buradaki disiplin, işlerin verimsiz işlemesi, özgürlüklerin kısıtlanması, komutanların karılarından yedikleri fırçayı bile askerlerden çıkarabilmesi, -soğan soymak, tuğla taşımak, yerleri süpürmek gibi- askerlik yapmak dışında sayılan işlerle zamanın çoğunun geçmesi gibi şeylerden soğuyor insanlar. Yoksa adam gibi askerlik yapsalar – yani dağa çıkıp çatışsalar – askerliği sevecekler. Ben adam gibi askerlik yapsam da askerliği sevmezdim, ama daha önce...