Ana içeriğe atla

Babaannem, dedem ve lacivert spor ayakkabılarım

“Bir insanın entelektüel olabilmesi için üç üniversite bitirmesi gereklidir, yalnız bunlardan birisini dedesi, birisini babası, birisini de kendi bitirecek.” diye bir söz duymuştum. Entelektüelliğin ne olduğunu anlamaya çalıştığım zamanlardı; daha sonra ise umursamadım. Önce babamı düşündüm, durumu fena değildi; adam koskoca 'doktor bey', her ne kadar köyde büyümüş olması onu üniversiteli ortalamadan ayırsa da.

Dedemi düşününceyse iş değişti. Beni her gördüğünde şirin şirin gülen, köyün bıraksanız hepsinin kendisine ait olduğunu iddia edecek kadar hayalci(!) ve yüzünün başka yerinde sakal çıkmadığı için, tıraş olmadığı zamanlarda köyde top sakallı gezen şen bir entel.

Büyüklerle ilişkiler konu olduğunda, saygıda az kusur eden iyi bir çocuk olduğumu düşünürüm hep. Bir ara dedemin babaannemi annesinin evine kadar döverek götürdüğünü öğrenince dedeme sinirlenip köye inadına 3 ay gitmemem dışında. Allah'tan tarih öğretmenim Osmanlıların Doğu Anadolu'da öldürdüğü bir sürü insandan bahsederken, “Her olay o zamanki şartlara göre yorumlanmalı.” demişti de; hem Yavuz Sultan Selim'i hem de dedemi affetmiştim.

Hem düşününce babaannem de az sayılmazdı. Küçükken yaptığım ilk mühendislik uygulamalarından biri, babaannemin en fazla ne kadar sessiz kaldığını ölçmekti. 'Su geçirmez' olduğu iddia edilse de her zaman su geçiren ve ekranında dört rakamdan fazla göremediğim dijital saatimin saniye kısmını kullanıyor ve her zaman babaannemin en uzun sessiz kaldığı süreyi aklımda tutuyordum. Sonuç hala aklımda ve hala inanamıyorum: 5 saniye.(Malum saatte saniyeden küçük birim yoktu.) Aşağı yukarı yarım saat bekledim hem de; ne kadın ama!

Ne zaman köye gitsek, köydeki diğer “kafadar” arkadaşları ile babama ne kadar hasta olduğunu anlatırdı. Babam da babaannemin kanser(!) olmasından kaynaklanan ağrılarını vitaminle çözebilirdi. “Plasebo”nun ne demek olduğunu “Every you every me” diye bir şey duymadan öğrenebilmiştim böylece. Ama hala renkli hapların daha güçlü olduğuna inanma eğilimim olduğunu itiraf etmeliyim.

Köydeki evimiz yüz yılı aşın bir süredir ayakta olan ahşap ağırlıklı bir evdi, tipik bir Karadeniz evi. Okuldaki arkadaşlarıma bu tarihi eserle hep hava atardım; ama dedem ve babaannem Gapçuk Amedin Siliman'ın yaptırdığı betonarme ve sıvaları gözken eve hep özenirlerdi. Bir çocuğun şatosu, onlar için rüzgarı içine alan bir yığıntıydı. Bir gün dedem her sene söylediği şeyi yaptı ve yeni evimize başladı; bu ne yazıkki bir tarihin yıkılmasını gerektirdi. Yerineyse dört katının ikisi yapılmamış, sıvaları kurala uygun olarak gözüken modern köy evi yapılmıştı. Artık babamın futbol oynayabilmek için evden nasıl kaçtığını dinlemez olmuştuk. Romantik bir üslupla bakmaya çalıştığım “bir tarih yıkıldı” konusuna ne dedem ne babaannem, ne de babam üzüldü. Babam, kendi payımıza düşen kata yaptırdığımız dairenin banyosunda ışık ve sıcak su olmasına seviniyor; geniş balkonumuzdaki hamağı ise bütün arkadaşlarına anlatıyordu. Ama bilmiyordu ki dedem onu 4. katta bir odaya kilitlese futbol oynamak için kaçamaz; hatta plastik doğramalı, ses ve ısı yalıtımlı camlar yüzünden onu çağıran arkadaşlarını bile duyamazdı.

Yeni evimizden dedem çok memnundu. Çünkü yeni eve çocuklarının ve torunlarının daha çok geleceğini düşünüyordu. Benzeri dertlerle köye uydu anteni ve 55 ekran bir Vestel bile almıştı. Ben de bu sayade uzaktan kumandalardaki renkli düğmelerin dedem ve özellikle babaannem gibi pratik yaşlılar için ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Uydu kurulu bir sistemde istediği kanala en kısa zamanda ulaşan kişi, büyük ihtimalle babaannemdi.

Onun bu pratikliğini pek çok yerde görebilirdiniz. Örneğin pancar çorbasındaki pancarlar, bahçeden koparıldıktan sonra en fazla üç kere bölünüp kaşıktan daha büyük olarak önünüze sürülebilirdi. Babaannemin yaptığı, hatırladığım ilk pancar çorbasını içtiğimde bunu onun tarzı sanmış ve anneme, “Niye pancarları bu kadar küçük doğruyorsun?” diye sormuştum. O da, “Daha rahat ye diye.” demişti. Mantıklıydı.

Yeni evimizin inşaat görüntüsü pek biteceğe benzemiyor. Hem sıva ve tuğlalarıyla birleşince yeni nesil köy mimarisine hizmet de ediyor sayılabilir. Biz de, daha çok babamın fotoğraf çekme merakından, pek çok görüntüyü kaydediyor ve mimari gelişime dökümantasyon hizmeti veriyoruz.

Bu fotoğraflardan biri, sanırım hayatımda çektirdiğim en güzel fotoğraf. (Aşağıda) Dedem fotoğrafa son anda girmiş gibi ve yüzünde o şeker gülümsemesi. Babaannem yine bıkkın ama fotoğraf çektirdiği için yüzünde varsayılan bir gülümseme. Benimse o sıra moda olan , “boya lekeli” görünen bir tişört, kardeşimin verdiği kolyem ve sezon sonundan yirmi üç milyona aldığım ispanyol paça kotum var üzerimde. Ama bu fotoğrafa ne zaman baksam aklım ayaklarıma gidiyor.
Ülkealan'dan binbir pazarlıkla alıp, iyi pazarlık yaptığımı düşündüğüm için kendimle gurur duyarak giydiğim ayakkabım. Onları kaybetmek beni çok üzmüştü.

Babaannemin ayağında ise lastikler doğal olarak. Çünkü Ülkealan'da satılan hemen her şey ilgisi dışında.

İnsanın büyüklerini sevme grafiği 0-18 yaş arası oldukça değişken, yer yer sinüsoidal bir yol izleyebilir. Lakin bir yerden sonra onları çok seversiniz. Tabi kariyeriniz için onlarla görüşmeyi feda etmeniz gerekecektir. Bu oldukça normaldir. O yüzden hepinizin, benim yaptığım gibi bir fotoğraf çektirip odanızda arasıra görebileceğiniz bir yere koymanızda fayda vardır. Gönül isterki pek çok anlamı olan o fotoğrafta, bir lacivert ayakkabıya takılacak kadar hesapçı olmayın. Ama insan işte...

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Congratulations!!!
Erdemcim ,bence başarılı bir deneme olmuş.
Hep diyordum ,yinelemek istiyorum :Sen büyük adam olacaksın ve ben hep seninle gurur duyacağım.:) Canım benim.
Adsız dedi ki…
yazini gayet keyifle okudum, yenilerini bekliyorum..
Erdem dedi ki…
Cagan'dan cok guzel elestiri geldi:)

Erdemciğim yazını okudum. Yazıyı okurken aklıma sırasıyla " sezercik aslan parçası" , "dünyayı kurtaran adam" ve "kara murat:fatihin fedaisi" geldi. demekki bu filmler boşu boşuna bu topraklarda üretilmemiş dedim......yok lan şaka şaka çok güzel olmuş hatta hemen aykırı yayımevinde editör olan halama postaladım çok beğenmiş seninle yakında temasa geçebilirlermiş......gene şaka lan halam ilkokul öğretmenidir sana yıldızlı pekiyi verdi, elmanı da kızarttı. olm çok uzun lan kim okuyacak onu hadi öptüm.
Adsız dedi ki…
Tebrikler erdem, gayet güzel bir yazı olmuş.İlk meyven bu olmasa gerek?:)
Ali Kamber dedi ki…
Güzel olacağıdı tabii, fen lisesinden boş adam çıktığı görülmemiş zaten... Yalnız "isterki" değil "ister ki". Esenlikler!
Adsız dedi ki…
iyiymişlan hakaten sevdim vben bu yazıyı abraham
Adsız dedi ki…
yorumlar kısmını kaldırsınlar zira çağanın yorumu yazının önüne geçmekte..
şaka lan..
aferim ellerine sağlık..
ben biliyom bu fotoğrafı, mal gibi çıkmışsın çok afedersin..
bir anı olarak güzel ama bir deneme olarak yeterli diil?? dimi??
bu blog işi de geçici bi heves mi? göreceğiz...
Adsız dedi ki…
Çok hoş olmuş, yakışmış sana. Hele fotoğrafla birleşince yazının sıcaklığı bir ayrı güzel olmuş.
Nacizane Yorumundur, Seckin
Adsız dedi ki…
erdemcim
yazini okudum(nasil bir lafsa bu okudugum belli zaten ki yorum yaziyorum ;) neyse caktirma:)) cok begendim e tabii arkadasim oldugun icin de begenme katsayisini gozonunde bulunduralim.Tebrik eder ,yeni blog lar şeklinde devamliliginin gelmesini dilerim.
pelin-Skl
Adsız dedi ki…
Erdemcim cok güzel yazmıssın yazıyı, eline saglık. Buyuk kısmında ben de bir şeyler buldum kendimden o yüzden özellikle samimi geldi.

Yalnız bundan sonra yazılarında meşhur diamondumuzun 4 köşesini unutmazsın artık, bu yazıda event var ancak ne indicator ne de trend göremiyorum :P
Kaynak ve referans da yok.Değil mi Ercan Hocam?

Başarılarının devamını dilerim.

Bir gün ben de cesaret bulursam cıkaracam sandıktan yazılarımı sen gibi...Hadi bakalım
salih zeki dedi ki…
söz konusu dedeler ve nineler olduğu vakit hemen herkesin söyleyeceği birkaç cümlesi vardır elbette. ama hayatımızın en temiz ve masum yerlerinde kalan bu kişileri -çünkü bizzat çocukluğumuzun en önemli aktörlerinin başında yer alırlar ve çocukken herşey temiz ve masumdur- böyle geniş bir yelpaze içinde hatırlamak ve hatırlatmak herkesin ifade edebileceği bir husus değildir. dedelerimizive ninelerimizi hatırlatan sözlerine sağlık.
Adsız dedi ki…
canımm evvela blogunu tebrik ediyorum.. birçok başarıya giden bir basamak olsun inşallah.

yazın da çok iyi olmuş, çok doğal bir havası var, senin gibi. devamını ve daha iyilerini bekliyorum:)

semra serbest

Bu blogdaki popüler yayınlar

Teknolojik Trendlerin Hayatı

Teknolojiler konu olduğunda hep bir yerlerde aklımıza çalınan ancak bir türlü tam olarak ne işe yaradığını anlamadığımız konular oluyor. Örneğin yıllardır “Bulut” deyip duruyorlar. Ne olduğunu tahayyül etmeye çalışsak da tam anlayamıyoruz. Sonra Dropbox’tan dosya paylaşınca, tüm notları Evernote’a almaya başlayınca Bulut birden somutlaşmaya başlıyor. Annemiz de Bulut ile ilgili soru sormaya, yorum yapmaya başlayınca süreç tamamlanıyor. Bir trendin gerçek olmasını yaşıyoruz. Bulut bayağı bir hayatımızın içine girdi artık. Daha yeni trendlere baktığımızda ise, örneğin biri çıkıyor Büyük Veri (Big Data) diyor, 250 milyar dolar diyor, yüzde 60 verimlilik, 4.5 milyon istihdam diyor. 1, 2, 3 Hepsi çok etkileyici. Peki bunlar ne kadar gerçekçi ve bizim işimize nasıl yarıyor? Bizi nasıl etkiliyor? Bunları kim belirliyor? Öncelikle söylemeliyim ki, son zamanlarda Bilgi ve İletişim Teknolojileri (BİT) trendlerini Türkçeleştirerek de dilimize aktarmayı başardığımız için, bu basit görüne

Yalınlık ve Mesaj (Dört film üzerinden bakış)

Filmlerin amacı, şu anki durumu üzerine, haddimi aşacağını düşündüğümden çok laf etmiycem. Kısa bir bakışla, belli bir sorunu eleştirmiş dört film üzerine konuşucam. Lise yıllarımda bol miktarda şiir okurken, yolum, doğal olarak, bir yerde Ahmed Arif’le kesişmişti. Onun şiirlerini neden bu kadar çok sevdiğimi anlamam biraz zaman aldı. Önceleri delikanlı üslubunun, içimdeki, o yıllarda popüler olan deliyüreği uyandırdığını düşünmüştüm. Antolojilerle uğraşıp şairlerle ilgili yazılardan da kopya çekince, yalınlığın ne kadar çekici olduğunu farkettim. Hotel Ruanda (Hotel Rwanda)’yı izlemeden önce kime sorsam ‘çok güzel film’ dedi. (Malumdur ki filml er hakkındaki eleştirilerimiz ‘çok güzel, ben beğendim, bence sinemaya gitmeye değmez’ gibi kısa cümleciklerle sınırlı genelde.) Sanırım, Belçikalıların bir halkı nasıl böldüğünü ve sonrasındaki olayları ibretle izlemek, hepimizde olduğu gibi, insani bir eleştirellik katıyordu bir süreliğine. Bu bakış açısını kazanmak -kısa süreli farkındalık-