Ana içeriğe atla

Dana Erol ve Halil Amca

Geçen gün babamla -üzerinize afiyet- döner yemeye gittik. Babam ara ara coşup eski zamanlardaki anıları anlatıyor ve ben de çok seviyorum; bu yemek de öyle oldu. Yemeğimiz sırasında aklımda büyük bir özlemle beliren çocukluğumun iki kahramanından sizlere bahsetmek istiyorum: Dana Erol ve babası Halil Amca.

Çocukluğum Manyas’ta ve 80’lerde geçti. Manyas’ı bilmeyenler için, Marmara’nın güneyinde, oldukça verimli olan Balıkesir Ovası’ndan nasiplenmiş bir ilçeydi ve 5000 nüfusu vardı o zaman. ‘Ne ekersen yetişen’ bu topraklar tarımı ön plana çıkarmıştı ve çevre köyler oldukça kalabalıktı. (Malumunuz olduğu üzere, o zamanlarda kır nüfusu yüzde elliydi; şimdiyse yüzde yirmi.) Bir de Manyas Kuş Gölü vardı ama kimsenin ilgisini çektiğini hatırlamıyorum. Pek çok turistik yer gibi o da, yöre halkından uzak, turistlere yakın bir şeydi. Halkımız anlamadı değerini. O zamanlar ben de halk olduğumdan ben de anlamadım.

Manyas için, klasik bir zengin Anadolu kasabasıydı diyebiliriz sanırım. Bu yazıda geçen iki kahramanımız da o yıllarda Manyas’ta yaşadılar.



İlk örnek aldığım kişi

Öncelikle Dana Erol ile başlamak isterim. Kendisi hayatımda ilk örnek aldığım insanlardandır. Bizim evin yakınında sürekli odun kestiğinden ve onu çok sevdiğimden, uzun bir süre ‘büyüyünce ne olacaksın?’ sorusuna ‘oduncu’ cevabını vermişim. Her zaman gülen yüzü, kasketi, her şeyi makaraya alması, herkesin de onu makaraya alması Dana Erol’a dair ilk hatırladıklarımdan.

Aslında adı Erol Dana. Soyadı sonradan lakabı oluvermiş. Ama Erol Amca bu lakabı pek kabullenmek istememiş… Bir gün Spor Toto’da 13 tutturduğunu öğrenince bir kamyon insana içki ısmarlamış bizim Erol Amca, sonra da ikramiyeyi almaya gittiğinde alamamış. Çünkü adını Erol Dane (‘Dana’ değil.) şeklinde yazmış bu Dana lafını kendine yakıştıramadığından. Zaten meteliğe kurşun atan Erol Amca, bir de üstüne ısmarladığı içkilerin borcuna eklenmesiyle iyice üzülmüş. O sırada babam Erol Amca’nın yardımına yetişmiş ve hakim ile konuşmuş. Hakim de  hızlıca isim değişikliği yapmış. Erol Amca ikramiyeyi alıp rahatlamış. Gel gör ki, ikramiyeden içki parasını çıkarınca eline yine bir şey kalmamış.

Hayatımda yediğim ilk tavşan etini pişiren karısı Ayşe Teyze de ikinci hatırladığım şey. İkisinin evlenme hikayesi de hafiften film gibi, babamın bana aktardığı kadarıyla anlatıyorum: Dana Erol, köylerdeki ağalardan birinin çobanıymış. Ayşe Teyze de bu ağanın kızıymış ve Erol Amca’dan on yaş büyükmüş. Ayşe Teyze, ilk evliliğini yaptıktan sonra bu adam Ayşe Teyze’yi istememiş; o da bunun üzerine Erol Amca’ya gidip ‘benimle evlen seni kral gibi yaşatırım’ demiş ve evlenmişler. Ayşe Teyze’yi ağa olan babası reddettiğinden ekonomik olarak pek rahat bir hayat süremediler, ama Erol Amca’ya iyi bakmış Ayşe Teyze.

İlk öğretmenim

Dana Erol ile ilgili başka bir konu da okuma-yazmayı çok az biliyor olması. Bildiğiniz gibi, okumayan çocuklarının önemli bir kısmının arkasında, çocuğunun okumasını çok istemiş ebeveyinler oluyor. Sanırım Dana Erol’un babası Halil Amca da böyle bir babaydı.

Halil Amca bizim komşumuzdu. O sıralarda babam Manyas’ta doktorluk yapıyordu ve bir muayenehanemiz vardı. Ben okul çıkışları bu dükkana giderdim genellikle. Bizim dükkanın hemen yanında da veterinerin dükkanı vardı. Burada da veterinerin yardımcısı olarak Halil Amca çalışırdı. Dana Erol’un yüzü net olarak aklımda olsa da, Halil Amca’nın beyaz saçları ve bana sürekli bir şeyler öğretmek istemesi dışında pek bir şey hatırlamıyorum.

O zamanlar kreşler olmadığından, pek çok kişinin uzun ana okulu yılları olmuştur. Ben de iki buçuk sene gittim ana okuluna. Annemin dediğine göre büyük bir heyecanla gidermişim okula. Neyse, ana okulundan çıktıktan sonra muayenehanemize gittiğimde, yan taraftaki Halil Amca’nın yanına giderdim ve bana okuma çalıştırırdı.

Okumaya nasıl başladığımı hatırlamıyorum. Ama bana gazete yazılarını okutup insanların eğlendiği hayal meyal gözümün önüne geliyor. Halil Amca da çok eğlenirdi bununla. Malum, ana okulunda okuma öğretmediklerinden, Halil Amca benim ilk öğretmenim sayılır. Yalnız, veterinerde okunacak çok bir şey olmadığından, ilaç tanıtım broşürlerinden filan çalışıyorduk. O latince kelimeleri okumanın çok zor olduğunu hatırlıyorum.

Halil Amca ben okuyunca çok mutlu olurdu. Bu kadar emeği Erol Amca’ya harcamış mıydı bilmem ama sanki benimle biraz özlem gideriyor gibiydi.

Sanırım bu iki adam, sonradan hayatıma giren pek çok kişiden daha çok etkilemiştir beni. Benim okumamış insanları hiçbir zaman küçük görmememde - lafta değil, kalben - bu insanların etkisi var.

Dedem ‘herkes okuyacak diye bir şey yok, kim marangoz, tamirci olacak o zaman’ derdi. Bugün bir röportaj okudum İlber Ortaylı da aynısını diyor. Bir ‘okumak’tır gidiyor, sanki tüm hastalıkların çaresi gibi…

Yorumlar

Unknown dedi ki…
Erdem,uzun zaman sonra tesadüfen google plus'ı açayım dedim.Yazını okuyunca hem duygulandım hem de çocukluğuma gittim.Erol Amca'yı çok güzel anlatmışsın :) Neşeli halini ve hep şakalar yaptığını hatırlarım.Mekanı cennet olsun..

Bu blogdaki popüler yayınlar

Teknolojik Trendlerin Hayatı

Teknolojiler konu olduğunda hep bir yerlerde aklımıza çalınan ancak bir türlü tam olarak ne işe yaradığını anlamadığımız konular oluyor. Örneğin yıllardır “Bulut” deyip duruyorlar. Ne olduğunu tahayyül etmeye çalışsak da tam anlayamıyoruz. Sonra Dropbox’tan dosya paylaşınca, tüm notları Evernote’a almaya başlayınca Bulut birden somutlaşmaya başlıyor. Annemiz de Bulut ile ilgili soru sormaya, yorum yapmaya başlayınca süreç tamamlanıyor. Bir trendin gerçek olmasını yaşıyoruz. Bulut bayağı bir hayatımızın içine girdi artık. Daha yeni trendlere baktığımızda ise, örneğin biri çıkıyor Büyük Veri (Big Data) diyor, 250 milyar dolar diyor, yüzde 60 verimlilik, 4.5 milyon istihdam diyor. 1, 2, 3 Hepsi çok etkileyici. Peki bunlar ne kadar gerçekçi ve bizim işimize nasıl yarıyor? Bizi nasıl etkiliyor? Bunları kim belirliyor? Öncelikle söylemeliyim ki, son zamanlarda Bilgi ve İletişim Teknolojileri (BİT) trendlerini Türkçeleştirerek de dilimize aktarmayı başardığımız için, bu basit görüne

Yalınlık ve Mesaj (Dört film üzerinden bakış)

Filmlerin amacı, şu anki durumu üzerine, haddimi aşacağını düşündüğümden çok laf etmiycem. Kısa bir bakışla, belli bir sorunu eleştirmiş dört film üzerine konuşucam. Lise yıllarımda bol miktarda şiir okurken, yolum, doğal olarak, bir yerde Ahmed Arif’le kesişmişti. Onun şiirlerini neden bu kadar çok sevdiğimi anlamam biraz zaman aldı. Önceleri delikanlı üslubunun, içimdeki, o yıllarda popüler olan deliyüreği uyandırdığını düşünmüştüm. Antolojilerle uğraşıp şairlerle ilgili yazılardan da kopya çekince, yalınlığın ne kadar çekici olduğunu farkettim. Hotel Ruanda (Hotel Rwanda)’yı izlemeden önce kime sorsam ‘çok güzel film’ dedi. (Malumdur ki filml er hakkındaki eleştirilerimiz ‘çok güzel, ben beğendim, bence sinemaya gitmeye değmez’ gibi kısa cümleciklerle sınırlı genelde.) Sanırım, Belçikalıların bir halkı nasıl böldüğünü ve sonrasındaki olayları ibretle izlemek, hepimizde olduğu gibi, insani bir eleştirellik katıyordu bir süreliğine. Bu bakış açısını kazanmak -kısa süreli farkındalık-

Babaannem, dedem ve lacivert spor ayakkabılarım

“Bir insanın entelektüel olabilmesi için üç üniversite bitirmesi gereklidir, yalnız bunlardan birisini dedesi, birisini babası, birisini de kendi bitirecek.” diye bir söz duymuştum. Entelektüelliğin ne olduğunu anlamaya çalıştığım zamanlardı; daha sonra ise umursamadım. Önce babamı düşündüm, durumu fena değildi; adam koskoca 'doktor bey', her ne kadar köyde büyümüş olması onu üniversiteli ortalamadan ayırsa da. Dedemi düşününceyse iş değişti. Beni her gördüğünde şirin şirin gülen, köyün bıraksanız hepsinin kendisine ait olduğunu iddia edecek kadar hayalci(!) ve yüzünün başka yerinde sakal çıkmadığı için, tıraş olmadığı zamanlarda köyde top sakallı gezen şen bir entel. Büyüklerle ilişkiler konu olduğunda, saygıda az kusur eden iyi bir çocuk olduğumu düşünürüm hep. Bir ara dedemin babaannemi annesinin evine kadar döverek götürdüğünü öğrenince dedeme sinirlenip köye inadına 3 ay gitmemem dışında. Allah'tan tarih öğretmenim Osmanlıların Doğu Anadolu'da öldürdüğü b