Orta okuldayken adını ilk defa duyduğum, ön sırada oturan saçları her zaman hepimizden uzun arkadaşımın kafasını sıraya vurarak dinlediği bir grup vardı. Çocukla pek hoşlaşmazdım, dolayısıyla Metallica’yla da. Daha az eğitilmiştim ama daha nesnel değildim vallahi. Sonra liseye büyük şehre gittim, Türkiye’nin her yerinden ve bolca İzmir’den insanların olduğu bir yatılı okulda ikamet etmenin verdiği kültürel zenginliklerden biri de, karşı odamdaki gri renkli ve tek kasetçalarlı bir teypte duyduğum “Nothing Else Matters” idi. Sözlerini çok anlamadım, ama melodi ilgimi çekmiş ki usulca odaya dalıverdim. Elimde sütümle bir miktar şarkıyı dinledikten sonra arkasından “Unforgiven” geldi. Vay anasını dedim, bu da ne ola ki? Ön yargılarım biraz kırılmıştı.
Ordu’dayken yabancı müzik dinleyeceğim diye doldurttuğum ya da arkadaşlarımdan çektiğim karışık kasetlerdeki kadar biliyordum yabancı müziği. Bir de bir ara, yine o gri renkli teybin bizim evde olanından TRT3 olması kuvvetle muhtemel bir kanalda yabancı müzik dinler, İngilizce hocamın “toplu alınca ucuz oluyo” diyerek abone olmamı sağladığı Newsweek’ten öğrendiğim kelimeleri radyoda duyunca sevinirdim. (O vakitler, müzikteki yerli ve yabancı ayrımını çok
önemserdim.) Büyük şehirdeki yatılı okula gidince de, akşam etütlerinde Capital Radio’da Lady Speed Stick Top Ten Hit List’i dinler ve Blue Jean alırdım. Sonra birden dinlediğim şeyler değişmeye başladı. Önce Blue Jean almayı bıraktım, ki bu dergiyi almayı bırakmamın sebebi büyük oranda kendisidir. Önce iki tane Monsters of Rock albümü ve sonra da bir Metallica özel eki verdi. (Nitekim o sıralar Metallica İstanbul’a konser vermeye geliyordu.) Zaten hafif hafif kulağıma
Metallica çalınmaya başlamıştı, bir de CD çalar edinmiştim. E tabi bir de sokaklarda satılan korsan CD’leri unutmamak lazım. Bütün bunlar birleşince, pek göstermesem de ortalama bir Metallica’cı oluverdim. Bir sürü şarkısını ezbere biliyor ve ergenlik çağımın sıkıntılarıyla sevinçlerine bu grubu ortak ediyordum. Sonra, yine o korsan CD’ler sağ olsun, bir sürü rock müzik grubu öğrendim. Bu grupları öğrendikçe öğrendim ki, bir sürü adam Metallica’yı ciddiye almazmış, grup artık eski havasında değilmiş, onların yaptığı da müzik miymiş… Bu eleştirilere o zaman da şimdi de bir anlam veremedim. Ve asla eleştirenlere sesimi de çıkarmadım, müzik konusunda pek iddiam yoktu zaten; hala da yok.
Sonra üniversiteye geldim. Lisenin sonlarından itibaren alternatif rock diye bir şey vardı ve hepimiz onlardan dinliyorduk. Birkaç sene doğru düzgün Metallica dinlemedim. Hoş, dinlediğim şeyleri yine büyük oranda yeni öğreniyordum. Muse’ün çok popüler olduğu, Placebo’nun kendiği tekrar ettiği ve Radyo ODTÜ’nün ikide birde “This is how you remind me” çaldığı zamanlardı.
Bu kadar zamanda sık sık dinlemeyi hiç bırakmadığım tek grup Pink Floyd’du. Sanırım Pink Floyd’u sürekli dinleyen bir sürü insan tanıyorum; hatta şimdi düşününce, İngilizce derslerinde Pink Floyd sunumu yapan üç arkadaşımı da sayabilirim. Haliyle kendimden de, kimsenin dinlemediği bir grubu çok tutan bir profil beklemiyorum zaten. Bu kadar çok Pink Floyd sever bir araya gelince, “abi kaç sene oldu neden hala böyle bir grup yok” sorusu da acayip popüler olageliyor. Bu soruya yıllar içinde değişen “abi ne varsa eskilerde var”, “ben zaten geç doğmuşum”, “Radiohead’le Nirvana da var abi”, “artık insanlar üretmiyor, hemencecik tüketiyor” ve “post-modernizm bizi böyle etti” gibi bir sürü yanıt verildi. Belki şu kadar çalışmayıp iki gram okusam, daha değişik yorumlar da yaparım. (Bahanem hazır!) Ama bu yorumlar içerisinde benim için en doğrularından biri, Pink Floyd’un sözlerinin ve melodisinin sıradan aşk şarkılarına benzememesidir. Geçen Pazar Ali Sami Yen’de huşu ve coşku içinde Metallica’yı dinlerken, Pink Floyd’la aralarında böyle bir benzerlik olduğunu fark ettim. Metallica da sıradan aşk şarkısı yapmıyordu. Zaten Metallica konserine gitmemin en önemli sebebi de Roger Waters’tır. 2006’da İstanbul’a geldiğinde, “geçti artık bu adamdan” diyerek gitmeye hiç yeltenmemiştim. Sonra giden herkes ballandıra ballandıra anlatınca, hayatımda iz bırakan bir grup gelirse mutlaka gidecem tutmayın beni, diyerek kendime söz verdim.
Pazar günü stada yakın bir yerdeydim ve bir sürü adam sabahtan beri sıradaydı. Bense, bırakın sıraya girmeyi, bir taraflarım rahat etsin diye VIP biletleri tükendiği için numaralıdan bilet almıştım. Akşam yedi gibi stada girip, iki buçukta girenlerin yanına oturmamız sanırım çok adil olmadı; ama bizi çok mutlu etti.
Konsere gidecek kitlenin tutumu Mecidiyeköy’deki marketlerde soğuk bira bulunamamasıyla kendini hafiften açığa veriyordu zaten de, sonuçta vuku bulan kitle inanılmazdı. Böyle bir seyirciyi bir daha bulabilir miyim bilmiyorum. İçeri girdiğimizde Pentagram’la coşuyorduk. Sonra Pentegram sahneden indi ama coşkudan hiçbir şey kaybolmadı. ODTÜ şenliklerindeki kim çıkarsa çıksın her daim coşkun kitle geldi aklıma. Yerel alt gruptan sonra çıkan global alt grup Down çıktı. Daha sonra bu gruba hasta olan adamlarla tanıştıysam da, konser sırasında çevremde pek takdir edeni göremedim. Asıl sonra seyirci sahneye çıktı ve Metallica sahneden inene kadar da inmedi. Bir Meksika dalgası başladı önce. Kaç tur döndü hatırlamıyorum ama kimsenin yerinde durmaya niyetli olmadığının bir başka göstergesiydi. Sonra “Metallica oley” tezahüratı başladı. Ve en son grubun sahneye çıkmasına yakın “Alemin kralı geliyor” sesleriyle inledi Sami Yen. Ne de olsa bu ülkede pek çok kişi, önce futbol seyircisi, daha sonra Metallica, Serdar Ortaç, vb. hayranıydı. Bu konseri benim için unutulmaz yapan şey kesinlikle seyirciydi.
Konser atmosfere uygun olarak son derece coşkulu başladı. Grubun yeni şarkılarından çalmayacaklarını öğrendiğimde oldukça rahatlamıştım, ama kendimden beklediğim performansı göremedim. Pek çok şarkıyı tam hatırlayamadım. Fade to Black’i unuttuğuma ise çok şaşırdım. Pek bir şeye benzemeyen efektler sadece ufak birer renk oldu o gece. Ama bir Master of Puppets vardı ki, hayatım boyunca unutmam imkansız. Bütün stad bir ağızdan haykırıyordu: Come crawlin faster, obey your master… sanırım ortalarıydı konserin ve bence doruk noktasıydı.
Konserden çıktığımızda hepimiz efsane bir konser yaşadığımızı biliyorduk. Umarım bu kadar güzel başka bir konsere gidebilirim. Kötümserliği sevmem tabi, ama şu anki müzik tercihlerime bakılırsa çok da imkanlı görünmüyor.
Yorumlar