Hotel Ruanda (Hotel Rwanda)’yı izlemeden önce kime sorsam ‘çok güzel film’ dedi. (Malumdur ki filmler hakkındaki eleştirilerimiz ‘çok güzel, ben beğendim, bence sinemaya gitmeye değmez’ gibi kısa cümleciklerle sınırlı genelde.) Sanırım, Belçikalıların bir halkı nasıl böldüğünü ve sonrasındaki olayları ibretle izlemek, hepimizde olduğu gibi, insani bir eleştirellik katıyordu bir süreliğine. Bu bakış açısını kazanmak -kısa süreli farkındalık- bir nevi rahatlama, ‘iyi insan’ olma duygusunu sağlıyordu.
Ben filmi beğenmedim. Çünkü filmde her türlü ayıp izleyicinin gözünün içine sokuluyor. Olduğu gibi değil, abartarak aktardıklarını düşünüyorum. Bu abartma havası, olayların ciddiyetini farketmemi engellemediyse de, filmle duygusal bir bağ kurmamı engelledi.
Benzeri bir savaş durumu Benini’nin ‘Kar ve Kaplan’ (La Tigre et la Neve) filminde de işleniyor. Orada da şaşkın bir aşık karısını kurtarmaya çalışırken verilen mesajlar hep arka planda. Örneğin kahramanımız Attilio Irak’ta bombaların arasındayken, ona telefon açan Roma’daki avukatının ailesiyle renkli bir sokakta yürüyor ve savaşı hiç umursamıyor. Ben böyle mesajların daha vurucu olduğunu düşünüyorum. Filmin böyle ciddi bir konuyu ‘sulu’ bir şekilde işlemesine tepki duyanlar da var tabi ki. Yalnız, genel olarak mesajların topluma hangisi ile daha iyi ulaştığı konusunda iddialı değilim.
Bütün bunların yanında, Mussolini sonrası dönemin İtalya’sında ortaya çıkan yeni-gerçekçilik akımının en ünlü temsilcisi Bisiklet Hırsızları (Ladri di Biciclette, solda) filminde yönetmen De Sica, olayları olabildiğince çıplak bir şekilde, izleyicinin bir
taraf tutmasını sağlamaktan çok olan bitene ilgisini çekerek anlatıyor yoksulluk-işsizlik sorununu. Pekala bu hikayeyi izleyen birini gözyaşlarına boğabilirdi. Bunun yerine izleyicinin sürekli sorgulamasını sağlayacak şekilde kullanmış kamerasını.
Rosetta (sağda), Dardenne kardeşlerin ödüllü filmi de, Bisiklet hırsızlarında 40 yıl sonra böyle bir yalınlığı hatırlatıyor ve Belçika’daki işsizlik sorununu masaya yatırıyor. Bir genç kızın iş bulabilmek için neler yaptığını, birinci dünyanın kenara atılmış bir bölgesindeki hayatını yine nesnel bir uslüpla önümüze getiriyor. Filmden sonra hükümet Rosetta yasası da denilen, işsizlerin durumunu iyileştirmek üzere bir yasa çıkartıyor. Yalın olduğu kadar güçlü de bir film.
Gelecekte sinema nereye doğru gider pek bir öngörüm yok. Fakat Rosetta’ya altın palmiye veren jüri başkanının dedikleri beni umutlandırıyor: “Yalnızca sinemanın geleceği olduğunu hissettiğimiz şeyi seçtik ve şu anda marjinal olanın gelecekte merkezi bir konuma geleceğini sezdik.” (David Cronenberg’in 24 Mayıs 199 tarihli Libération gazetesindeki demecinden.)
Yorumlar
filmlerden sadece birisini izledim ama değindiğin noktaya sonuna kadar katılıyorum.
semra serbest